Bu yazı serisinde Almanya hatıratımı haftada bir gün (Çarşamba) olmak üzere sizlerle paylaşmak istiyorum. Ömür geçip gidiyor. Arkamızda kalanlara yaşadığımız olayları birer hatırlanma vesilesi yapmanın gereğine inanıyorum.
Hayatımın son mesut durağı olan Anadolu Vakfı ve AnaHaberGazete mensubu dostlarımın duasını almak temennisiyle 1983-1988 arasında Diyanet İşleri Başkanlığınca Almanya’da Din Görevlisi olarak görev yaptığım sırada yaşadıklarımdan kesitler sunacağım..
Aslında aklım erdiği günden bugüne kadar olan olayların hatırlayabildiklerimin önemli bir kısmını ayrıntılarıyla yazdım. İyi kötü ne varsa yazdım. Onlar “Tarihçe-i Hayatım” başlığı altında dijital ortamda saklı. Onlardan bazılarının şimdilik yayımlanması uygun olmayabilir. Çocuklarıma ve torunlarıma yaşanmış bir hayat hikâyesi olarak bırakmak istedim. Benden sonra isterlerse yayımlayabilirler.
Ben o hatırattan bazı kesitleri “ALMANYA HATIRATIM” başlığı altında AnaHaberGazete okuyucularıyla paylaşmak istiyorum.
Başarı ve hayır Allah’tandır.
HATIRAT-2
“BİR SEYAHATİN YARIM KALMIŞ ÖYKÜSÜ
Not: Bu yazı daha önce müstakil olarak bu sayfada yayımlandı. Fakat şimdi bu yazı dizisinin bir parçası olarak yeniden hafızalarınıza arz ediyorum.
Bu satırları 1983 yılında kaleme almıştım. Ama şimdi 26 Ağustos 2005 tarihinde bilgisayara aktarıyorum. İfadeler 1983’e aittir.
YURT DIŞINA İLK SEYAHATİM
1983 yılının 3 Temmuz Cumartesi günü.
Bu satırların yazarı bir köy çocuğudur. Yoksulluğun ve mihnetin her çeşidini ve anneden öksüz kalmanın yürek dağlayan elemini tatmıştır.
İlkokuldan sonra Kuran kursunu, imam-Hatip okulunu, daha sonra Hacettepe Üniversitesi Sosyal ve İdari Bilimler Fakültesini bitirmiştir.. (iki yıl önce 2002–2003 ders yılında A.Ü. İlahiyat Fakültesi Tefsir bölümünde mastır dersleri aldım.)
Üniversite tahsilim sırasında Aynı zamanda Ankara’nın çeşitli semtlerinde imamlık görevinde bulundum. 1981 yılı yazında 4 aylık kısa dönem askerlik görevimi de bitirince meslek değiştirmek üzere teşebbüslerde bulundum. Derken uzun uğraşlardan sonra yurt dışına din görevlisi olarak gitmem uygun görüldü.
İlk defa yurt dışına çıkmanın verdiği tereddütle karışık bir heyecan içindeyim. Aklıma çeşitli sorular takılıyordu. Çoluk çocuğumu, sevdiğim insanları, uğruna canımı adadığım mübarek vatanımı geçici olarak terk etmek mecburiyetinde kalıyordum. Gideceğim yerde beni nasıl bir hayat bekliyordu?
1980 ihtilalinden sonra yurt dışına kaçmış olan politik ve dini grupları Türkiye’de iken çok duymuştum. Aralarındaki çekişmeler beni ne gibi zor durumlarla karşı karşıya bırakacaktı? Bir yabancı ülkede, ahlâksızlık ortamında nasıl yaşayacaktım? Doğrusu belki de Almanya’ya kadar gider yine dönebilirim diye düşündüm. Tereddütlerle karışık bu duygu ve düşüncelerle Esenboğa Hava Limanı bekleme salonunda yabancı bir ülkeye uçma hazırlığındaydım. Benim gibi bekleyenler var. Dikkat nazarlarımı çevreme yöneltiyorum. Almanya’da çalışan işçi aileleri ve çeşitli insanlar. Günlük problemlerini aralarında konuşan insanlar. Hemen yanımda oturan orta yaşlı bir bey ve onunla konuşan genç bir adam. Genç adamın Almanya’yı çok iyi bilen birisi olduğu belli. Konuşkan ve gözü açık birine benziyordu. Yanındaki orta yaşlı bey Almanya hakkında ona bir şeyler soruyor ve cevaplarını dinliyordu. Ben de kulak misafiri olmuştum. Belli ki bu bey de ilk defa Almanya’ya gidiyordu. Bir ara merak edip sordum:
—Beyefendi yolculuk nereye?
—Almanya
—Bir iş için mi gidiyordunuz?
—Evet, ben kurmay albayım. Genel Kurmay ’da görevliyim. Almanya’ya görevli gidiyorum.
—Ya… Çok güzel.
Genç adamı işaret ederek:
—Bu bey Almanya’da kalıyor. Bana tercümanlık yapacak. Siz nereye?
—Ben de Almanya’ya. Din Görevlisi olarak gidiyorum.
—Diyanet mi gönderiyor?
—Evet.
Bir ara onları baş başa bırakıyorum. Konuşmalarına karşılıklı olarak devam ediyorlar. Albay beni unutmuş gibi tercümanına:
—Sarı kızlar çokmuş?
Tercüman başını ve elini sallayarak:
—Çoook! Der gibi bir harekette bulunuyor. Buna benzer konuşmalar sürüp gidiyor. Şu anda kelimelerini net olarak hatırlayamadığım mide bulandırıcı konuşmalar. Bir an tercüman yanımızdan ayrılmıştı. Bir turist kadın açık giysi kıyafetler içinde geliyordu. Göğüsleri yürüyüşünün temposuna uygun olarak sallanıyordu. Bir anda gözüme ilişiyor ve ürpererek gözümü haramdan sakınıyorum. Albayımızın daha iştahla baktığını görüyorum. Farkına vardığımı anlamış olacak ki,
—Hoca, işte böyleleri insanı baştan çıkarır, diyor. Acı bir gülümseme ile cevap veriyorum. Kendi kendime:
—Aman Allah’ım, diyorum. Böyle şeyler de mi var? Müslüman Türk tarihinin şeref ve namus abidesi olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bir mensubu böyle mi düşünüyor?
Binlerce karışık sorular zihnimden bir film şeridi gibi geçiyor. Hayalim, ta Malazgirt’teki Alpaslan’a, Fatih’e, Ulubatlı Hasan’a, Atatürk’e, Çanakkale’nin ve istiklal Savaşımızın isimsiz kahramanlarına uzanıyor… Derin bir iç çekiyorum.
Hiçbir şey fark etmemiş gibi albayla yol arkadaşlığına devam ediyoruz. Pasaport kontrolü vs. derken uçağa biniyoruz. Kendime oturacak yer ararken albayın benden önce oturduğunu ve tercümanın da hosteslerle ve pilotla konuştuğunu, sağa sola gittiğini gördüm. Albayımız benim yalnız kaldığımı fark ediyor ve ben bir yere oturmak üzere iken yanındaki boş koltuğa davet ediyor:
-Gel hoca, gel.
Yanına oturuyorum. Bana din ve diyanetle ilgili bazı sorular soruyor. Müspet ve tatmin edici cevaplar alınca bana daha saygılı ve seviyeli sorular soruyor. İmamlarla ilgili kulaktan dolma bilgilerle adeta küçümseyerek baktığı ben, artık karşısında daha saygı değer bir kişilik olarak algılandığımı fark ediyorum. Takdir ve tebrik ifadelerini eksik etmiyor.
Uçağımız 11000 metre yükseklikte uçuyor. İlk defa uçağa bindiğim için merakla aşağılara bakıyorum. Bu yükseklikten yere bakmanın ürkütücü duygusunu kısa zamanda üzerimden atıyorum. Uçağımız yoluna devam ediyor. Derken yemek geldi. Ben almadım. Zira Ramazan-ı Şerifin son on gününde idik ve ben oruçluydum. Albayımız önüne getirilen yemeğini açarken yarı mahcup bir tavırla:
—Hoca, kusura bakma ben yiyeceğim. Her halde yolculukta oruç bozulabilir. İstersen beraber yiyelim, diyor.
—Sağ olun albayım, dediğiniz doğru. Fakat isteyenler için yolculukta oruç tutmak, bozmaktan daha hayırlıdır. Allah’ın kitabında böyle yazılıdır, diyorum. O da:
—Siz daha iyisini bilirsiniz, diyor ve yemeğini yiyor.
Kendisine ikram edilen içkileri herhalde benden dolayı almadı. Albayla biraz sohbet etmek istiyorum. Söze askerlikten başladım.
— Albayım, benim aklım ermiyor. Biz 1981 yılı yazında 4 aylık kısa dönem askerlik temel eğitimimizi Erzincan’da yaptık. Tugayda 8000 mevcudumuz vardı. Bunların hemen hepsi, 80 öncesi anarşi döneminin yüksek öğrenim mezunları. Her ne kadar 12 Eylül askeri darbesi sonucunda hapiste değillerse de, çoğu hapiste yatanlarla aynı ideolojik düşünceyi paylaşıyorlardı. Bunların Türk ordusunu ve Türk devletini nasıl nefretle andıklarını, asker ocağında nasıl disiplinsizlik yaratmaya çalıştıklarını acı örnekleriyle gördüm. Yani bana göre bunlar fikir planında bunlar Türkiye’nin kaybolmuş neslidir. Bu adamlar 4 ay boyunca elinizde idiler. Yaptığımız piyade eğitiminin tamamı azami olarak 1 ayda fevkalade yapılabilir. Geriye kalan zamanda da aynı şeyler lüzumsuz ve can sıkıcı şekilde tekrarlanıp duracağı yerde, bunları bir fikir eğitiminden geçirseydik olmaz mıydı? Asker elbisesi içinde ve sivil hayattan tecrit edilmiş bir topluluğun fikri değişimi daha kolaydır. Kaldı ki, 12 Eylül harekâtı ve ideolojik grupların mağlubiyeti, bunlar için yeteri kadar psikolojik bir ortamı da oluşturmuştur. Bu yapılamadı. Hiç olmazsa bir yurt, devlet ve asker ocağı sevgisi aşılanmalıydı. Bunlardan bazılarının terhis zamanında nizamiyeden çıkınca dönüp nizamiyeye tükürdüklerini ve galiz küfürler ettiğini gördüm. Oysa öyle mi olmalıydı? Benim bildiğim asker kişi iki kere ağlar. Bir baba ocağından ayrılırken, bir de asker ocağından ayrılırken. Bu adamlara hiçbir sevgi verilemedi ki ağlasınlar. Bu hususta ne dersiniz?
Adeta küçümseyerek sorduğu sorulardan dolayı intikam sorusu sormuştum. Albay dikkatle dinledi. Beni tasdik ederek hatırladığım kadarıyla şöyle cevap verdi:
—Çok doğru söylüyorsunuz. Tespit ve teşhislerinize, önerilerinize katılıyorum. Fakat şunu muhakkak bilmenizi isterim ki, biz askerler yalnız askerliğe önem veririz. Biz, askere gelen bir kimseye askeri eğitim verebiliriz. Bu konular eğitim kurumlarına ve sizin gibi insanlara kalmıştır.
Bu cevabı sükûtla karşılıyorum ama içimden eksik ve yanlış buluyorum. Zaten eğitim kurumlarının bozulması değil miydi gençliğimizi o hale getiren? Bu düşüncelerle yolumuz kısalıyor. Batı Avrupa’ya yaklaştığımızı aşağıda giderek düzgün hale gelen toprak işlenmesi ve düzgün yollar, şehirler dolayısıyla anlıyorum. Daha önce ancak filmlerde gördüğüm Avrupa’yı şimdi yükseklerden görebiliyordum. Nihayet Türk Hava Yolları’na ait uçağımız Frankfurt hava alanına iniyor. (Devamı Haftaya)