Kur’an-Hadis Dengesi Ve Müslümanların Vahdeti (4)
MAKALE
Paylaş
26.07.2022 13:34
477 okunma
Dr. Hasan Eryılmaz

4. Hikmet Açıklamalarının Özeti ve Hikmet = Sünnet

Yukarıda verilen “Hikmet” ile ilgili kısaltılmış alıntılardan sonra, hikmetin ne olduğu, tekrarlardan kaçınarak, özetle şöyle toparlanabilir:

Bakara 129,151, Âl-i İmrân 164, Cuma 2. ayetlerinde geçen “kitap ve hikmeti öğretecek” ifadesindeki hikmetin;  zoraki bir yorumla, sadece “Kur’an ayetleri” yani sonuçta Kur’an’ın kendisi olduğunun iddia edilemeyeceği, son derece açıktır. Zira o zaman ayetlerdeki ifadeler, “Kur’an’ı ve Kur’an’ı öğretecek” gibi saçma bir hale dönüşecektir. Elbette Kur’an’da birçok hikmetli ayetler vardır. Ama bu, hikmet bütünüyle Kur’an’dır anlamına gelmiyor. Kur’an’ın müteşabih ayetlerinin tam-gerçek anlamı bile bize kapalı iken, nerede kaldı, “sır-giz-sezgi-keşif-kapalılık” gibi özellikler taşıyan hikmetleri açık olsun. Bu müteşabihlerin hikmetsiz olduğu anlamına gelmez, sadece bize kapalı olduğu anlamına gelir. Yukarıda en başta İmam Razi’den yaptığımız bir alıntının kritiğinde; hikmetin müteşabih âyetler olduğu ifadesinin, kesinlikle yanlış bir yorum olduğunu belirtirken; “Andolsun ki, vaktiyle Lokmân’a şu hikmeti vermiştik.  Allah’a şükret, O’na şükreden kendi iyiliği için şükretmiş olur, nankörlük eden de bilmelidir ki, Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, O her türlü övgüye lâyıktır." (Lokmân 12) ayetinde geçen hikmetin, tam tersine apaçık muhkem bir ayette geçtiğini belirtmiştik ki, gerçekten bu ayetin kendisi de tam anlamıyla bir hikmettir.  Bu âyeti takiben 20. âyete kadar da Lokmân (a.s.), oğluna birçok öğütler verir ki, hepsi de hikmetdir.  Benzer şekilde (İsrâ 22-38) ayetleri arasında son derece muhkem 12 emir nehiy ve öğüt sıralandıktan sonra İsrâ 39’da “İşte bunlar, Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdir” denilmektedir.

Ayrıca Bakara 129’de geçen “el-hikmete” ifadesi de belirlilik takısı “el” ile geldiği için, “belli tek bir hikmet” anlamına geleceği gibi, “tüm hikmetler” anlamına da gelir. Pek çok hikmetler var olduğu için, belirli tek bir hikmet anlamına gelmeyeceği çok açık olduğuna göre, Kur’an’da olan/olmayan tüm hikmetler anlamına geleceği son derece nettir. Yani hem Allah’ın kitabında, hem Resûlullah’ın sünnetinde ve hem de felsefecilerin sözlerinde hikmetli sözler, hikmetli hükümler bulunur. Fakat (Bakara 129, 151, Âl-i İmrân 164, Cuma 2 ayetlerinde geçen ve tüm Müslümanları bağlayan “ onlara (inananlara), kitâp ve hikmeti öğretecek”  ifadesindeki hikmet, elbette Resûlullah’ın sünnetindeki hikmetlerdir. O Resûlullah ki ashabına, Bakara 187 ayetindeki  “siyah iplikle beyaz ipliğin” ne manaya geldiği gibi kapalı ifadelerin; Allah’ın sıfatları, kıyamet sahneleri, hurûfu mukattaa gibi müteşabih âyetlerin (Âl-i İmrân 7); doğru anlamlarını öğrettiği kadar,  nasıl yemek yenileceğinden, nasıl tuvalete girilip çıkılacağına, nasıl eşiyle ilişkide bulunup, nasıl yıkanılacağına kadar sorulan her şeyi öğretmiştir. Görgüsüz, cahil bir toplumdan bütün çağlara örnek olacak bir “ahlâk toplumu” çıkarmak için gerekli, fikri-ameli (teorik-pratik) her şeyi ashabına öğretmiştir.

Bugünkü uygulamalarla kıyaslayacak olursak; Müslümanların anayasası olan Kur’an-ı Kerim’in günlük hayatta yaşanmasıyla ilgili her tür emir-nehiy-açıklamaları üzerine,   Resûlullah’ın ortaya koyduğu her tür söz ve davranış,  “kanun-yönetmelik-genelge” olacaktır. Bunun hem söz, hem fiil, hem de bir başkasının yaptığı doğruyu tasdik veya yanlışı men anlamında “Sünnetü-Resulullah” olduğu da, bir takım art niyetli yaklaşımlara yer vermeyecek kadar açıktır. Ayrıca “ Kitab ve hikmet birlikteliği ” yukarıda geçen ayetlerden başka daha birçok ayette (Nisâ 54, Nisâ 113, Mâide 110, Ahzâb 34) geçmektedir. Yukarıda Râgıb el-İsfahânî’den aktardığımız gibi,  “Hikmet şeriat terminolojisinde aklî ilimler anlamında kullanılmaktadır, kitap ve hikmetin Allah’tan inzâl edildiğinin âyetlerde belirtilmiş olması, birinin diğerine olan ihtiyacı sebebiyledir. Zira kitap olmasaydı akıl şaşkınlığa düşer, akıl olmasaydı kitap yararsız kalırdı”.  Nitekim Mâide 110 ayetinde geçen "Ey Meryem oğlu Îsâ! Sana ve annene lutfettiğim nimetleri hatırla!... Sana Kitabı (yazmayı), hikmeti, Tevrat ve İncil’i öğretmiştim…” ifadesindeki sıralamada, Îsâ (a.s.) ’ya önce okuma/yazmanın, sonra ince düşünme ve doğru hüküm vermenin öğretildiği, vahyi taşıyacak belli bir olgunluğa ulaştıktan sonra da Tevrat ve İncil’in öğretildiği görülüyor. Allah (c.c.) elçilerine “kitabı ve hikmeti” öğrettiği gibi, elçiler de “kitabı ve hikmeti” yani, kitabı ve kitabın doğru yorumu ve uygulaması dâhil gerekli her hikmeti, elçinin yüklendiği bir tebliğ görevi olarak müminlere öğrettiler ki, bu da tamı tamına “Sünnetü-Resulullah = Hikmet” anlamına gelir.

Yukarıdaki alıntılarda hikmet ile ilgili söylenenleri gözden geçirirsek şöyle bir, özet ve genel “Hikmet” kavramı çıkarabiliriz:  “ Sözde ve fiilde (bilgi, iş, teori ve pratikte) güzel ve doğruya yönelmek”, “ilim-amel bütünlüğü ve uygunluğu”, “hem bilgide hem davranışta mükemmellik”,  “varlık düzeninde her şeyi yerli yerine koymak”, “adalet”,  “doğru bilgi ile doğru hareketin bütünü”, “kesin delillere dayanan bilgi”, “tecrübe birikimi ürünü özlü sözler”, sağlam bilgi, güzel huy, faydalı sanat, bir kötülüğü önlemek veya bir iyiliği elde etmek için yapılan herhangi bir şey, ibret ve ders almayı gerektiren herhangi bir söz ve nasihat, tuhaf bir şeyin sırrını anlamaya yönelik çaba, sağlam gelenekler, “Kur’an’ın doğru anlaşılıp yorumlanması” , “ilâhî sırların ve gerçeklerin bilgisi”,  ”Allah'ın değişmez kanunları, “hükmün konuluş amacı (makāsıd-ı şâri‘) ve bu hükümle sağlanmak istenen maslahat (mesâlih-i ibâd)”,  “Allah’ın muradını açıklayan sünnet”, Peygamber'in sünnetleri anlaşılacağı gibi bunların her biri, birer hikmetdir.

Kur’an’dan önceki dönemlerin peygamber ve filozof öğütlerinin, şair, kâhin, hakîm sözlerinin ve uzun yılların eleğinden geçerek gelen darbımesellerin, atasözlerinin de hikmet (çoğulu hikem) olarak kabul edildiğini göz önüne alırsak; hikmetin,  “güzel ve doğru olan her türlü teorik bilgi ve pratik davranış” anlamına geldiği ortaya çıkar. Bu nedenle, “Hikmet müminin yitiğidir, onu bulduğu yerde alır”(İbn Mâce, Tirmizî) hadisinin doğruluğu ve önemi ortaya çıkar, bilgi ve doğru sözün kimden-nereden geldiğine bakılmaksızın alınabileceği anlaşılır.  “Hakîm, Hükemâ” adıyla anılan eski Grek ve yeni İslam dönemi felsefecilerinin de, felsefi sapmalara karşı arı-duru İslam inancını savunmaya çalışan kelamcı ulemanın da, çalışma sahası hikmettir.  Bu nedenle felsefeciler “ehlü’l-hikme”, felsefî ilimler “el-ulûmü’l-hikemiyye”, kelam âlimleri de “ashâbü’l-hikme”  olarak anılır. Elbette bunların hikmetleri, Kur’an ve Sünnetü-Resulullâh gibi bağlayıcı değildir ama sonuç olarak hikmettir. Her ne kadar tasavvuf literatüründe hikmet “keşf yoluyla ulaşılan bilgi”, “özenle korunan gizli bir bilgi”, “keşf yoluyla ulaşılan özel bilgi” gibi, somut ve sabit olmayan, kişisel ilhamlar anlamında kullanılmışsa da; özellikle görevleri laf üretmek değil, önlerine gelen kişisel veya toplumsal bir problemi çözmek olan İslam hukukçuları açısından hikmet, “hükmün konuluş amacı (makāsıd-ı şâri‘) ve bu hükümle sağlanmak istenen maslahat(mesâlih-i ibâd) ” olarak, adaleti sağlamak için en sağlam dayanaktır, çözümü zor özel davalarda verilecek kararlar için en önemli kriterdir ve dolayısıyla hukukun özüdür.

Davalarda karar verme makamında bulunan her tür hâkim, hastalıkları teşhis ve tedavi eden her tür hakîm (ne hikmetse bizde bu kelime tıb doktoru anlamında hekîm olarak incelmiş) ve müsabakaları doğru kararlarla yönetmek durumunda olan her tür hakem için, “güzel ve doğru olan her türlü teorik bilgi ve pratik davranış” anlamına gelen hikmet, ne kadar gerekli ise; aynı şekilde ümmetin hem hâkim-kadısı, hem hakîmi, hem hakemi, hem muallimi, hem komutanı ve nihayet en güzel örneği (usvetun hasenetun: Ahzâb 21)  olan Resûlullâh için de hikmet, o kadar gereklidir. Sabah-akşam ahkâm kesen, içtihat eden çağdaş ulema, aynı hakkın Resûlullâh için de geçerli olduğunu bilmelidir. Efendimizle asla kıyaslanamayacak olan günümüz hâkimlerinin verdiği bazı değersiz kararlar bile toplumu bağlarken, Resûlullâh’ın vereceği fetva-karar-hükmün, tüm müminleri bağlayacağı, son derece açıktır. Sahabe Resûlullâh’ın kararına, sadece “vahyi mi yoksa şahsi mi” diye sormuşlar,  kendi akıllarına yatmasa bile, sonunda tâbi olmuşlardır. Zira onlar inanıyorlardı ki, “Allah ve Resûlü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, hiçbir mü'min erkek ve kadın için yapacakları kendi işleri konusunda, tercih hakları yoktur…” (Ahzâb 36). Bu hüküm sahabeyi ne kadar bağlarsa, günümüz Müslümanlarını da o kadar bağlar. Aslında bu konu, yamuk-yumuk yorumlar hariç, ayetlerde son derece açıktır:  “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız  bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir." (Âl-i İmrân 31). Görüldüğü gibi Resûlullah’a uymak, Allah’ın sevgi ve bağışlamasına kavuşmanın ön şartıdır. Resûlullah’ı atlayarak Allah rızasına kavuşmak söz konusu değildir.

Nisâ 59: “Ey iman edenler! Allah’a itaat ediniz ve resule itaat ediniz ve sizden olan ulu’l-emre de. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu, Allah’a ve resule götürün…”  Burada görüleceği gibi “Allah’a itaat ediniz” denildikten sonra Resûlullah için de “İtaat ediniz” emri tekrar edilmektedir. Ayrıca  “İtaat ediniz”  ifadesi tekrarlanmadan “ulu’l-emre de” denilmesi, bunlara itaatin, ancak meşru işler için olacağına işarettir. “Hiçbir mahlûka, Allah emrine uymadığı takdirde itaat edilemez”, “Ancak mâruf (meşrû) olan emre itaat edilir”, “Allah’a itaatsizlik sayılan emre itaat edilmez” anlamındaki (Buhârî, Müslim) hadisleri bu kaideyi açıkça ifade eder. Buna göre ihtilâf konusu olan her şey, çözümü Kur’an ve Sünnet’ten alacaktır ”(DİB Kuran Yolu).    Nisâ 64, “Biz her bir peygamberi, Allah’ın izniyle, ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik”. Nisâ 65, “Hayır, rabbine andolsun, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hükümden, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın onu kabullenmedikçe ve boyun eğip teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar”.

Ayrıca en önemli nokta, Nisâ 64 ve 65’de, “Allah’a itaat” geçmeksizin, direk “resule itaat” denmesidir.  Başka bir deyişle Resûlullah’a itaat eden gerçekte Allah’a itaat etmiş olur, yüz çevirenlere gelince seni onlara bekçi olarak göndermedik.” Nisâ 80.   Görülüyor ki, “Allah’a itaat“ esastır ancak, bunun yolu da kesinlikle “resule itaat”den geçer.    Nûr 54, “…Ona (resule) itaat ederseniz doğru yolu bulursunuz; resule düşen sadece apaçık tebliğdir.   Nûr 56,  “Namazı hakkıyla kılın, zekâtı verin ve resule itaat edin ki esirgenesiniz“.   Feth 10, “Sana bîat edenler ancak Allah'a bîat etmiş olurlar…” Bu son âyette geçen biat, Hudeybiye biatıdır ki, daha Fetih suresi inmeden önce,  yaklaşık 1400 sahabe, ölüm pahasına Resule itaat sözü verdiler.    Haşr 7, “… Peygamber size ne vermişse onu alın ve size neyi yasaklamışsa ondan kaçının. Allah’a karşı saygısızlık etmekten sakının…”

Bu kadar Kur’anî delil, Resûlullâh’a itaatın farz olduğunu, yani Kur’an gibi Sünnetü-Resulullah’a bağlılığın da olmazsa olmaz bir şart olduğunu, ortaya koymaya yeterlidir. Bu durumda kendilerine “Kur’ancı” diyenlerin de “Hadisci” diyenlerin de, eğer Müslüman olduklarını iddia ediyorlarsa ki bunda şüphemiz yok, herhangi bir itirazları olamaz. Hiçbir şüpheli hadis delili kullanmaksızın, sadece muhkem Kur’an ayetleri ile geldiğimiz nokta budur. Hem Kur’an hem de hadis, aynı kişinin, yani Muhammed-ül-Emîn’in ağzından çıktığı için sahabe “Biz ayeti dinleriz ama senin sözünü dinlemeyiz” gibi bir saçmalıkta bulunmamışlardır. Ayrıca sahabe, Resûlullâh’tan ayet veya hadis, bir emir geldiği zaman, doğru olup olmadığının teyidi o günün şartlarında Resûlullâh’a sorularak her zaman mümkün olduğu için;  bugün mütevatir hadislerde istenen 3, 5, 12, 40, 70, 100 şahit gibi şartları öne sürerek itiraz etmemiş ve tek bir kişinin getirdiği haberi (haberi vâhid) bile kabul ederek, emri yerine getirmişlerdir. İşte örnek:

“Peygamber Tebük Seferi dönüşü Hz. Ebû Bekir’i hac emîri olarak görevlendirmişti. Ebû Bekir beraberindeki Müslümanlarla hareket ettikten sonra tevbe sûresinin baş kısmı nâzil oldu. Bunun üzerine Resûlullah sûredeki buyrukları hac esnasında insanlara tebliğ etmesi için Hz. Ali’ye görev verdi. Hz. Ali hac kafilesine yolda yetişti. Hz. Ebû Bekir ile birlikte Mekke’ye gittiler. Hz. Ali kurban bayramının birinci günü insanlara hitap etti ve sûreden otuz veya kırk âyet okudu ve şu dört hususu özellikle tebliğ etti: Bu yıldan sonra Kâbe’ye müşrik yaklaşmayacak, kimse Kâbe’yi çıplak tavaf etmeyecek, mümin olmayan cennete giremeyecek, verilen söz mutlaka tutulacaktır (Zemahşerî, Râzî).” (DİB Kuran Yolu)…  Ve tabi başta Hz. Ebû Bekir olmak üzere hiç bir sahabi de, Hz. Ali’ye,  “ Bu bir haber-i vahid, tek kişinin sözüne inanmayız, başka şahitler de getir” diye saçmalamadı !!! 

Devam edecek.                 

 

Yorum Ekle
Adınız :
Başlık :
Yorumunuz :

Dikkat! Suç teşkiledecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

sanalbasin.com üyesidir

ANA HABER GAZETE
www.anahaberyorum.com
İşin Doğrusu Burada...
İLETİŞİM BİLGİLERİMİZ
BAĞLANTILAR
KISAYOLLAR
anahaberyorum@hotmail.com
0312 230 56 17
0312 230 56 18
Strazburg Caddesi No:44/10 Sıhhiye/Çankaya/ANKARA
Anadolu Eğitim Kültür ve Bilim Vakfı
Anadolu Ay Yayınları
Ayizi Dergisi
Aliya İzzetbegoviç'i
Tanıma ve Tanıtma Etkinlikleri
Ana Sayfa
Yazarlarımız
İletişim
Künye
Web TV
Fotoğraf Galerisi
© 2022    www.anahaberyorum.com          Tasarım ve Programlama: Dr.Murat Kaya