“Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı var”, atasözünün internet sitelerinde yer alan bir de hikayesi var. O da şöyle:
“Günlerden bir gün Üsküdar’da misafirlerini çok güzel ağırlayarak sohbet eden, insanların keyifli vakit geçirmesini sağlayan bir kahvehane sahibi varmış. Bu kahvehane sahibinin muhabbetine doyum olmazmış. Bir kere oturup sohbet eden insan her zaman onun yanına gelmek istermiş. İnsanlar çok uzaktan bile olsa kalkıp onun kahvehanesine kahve içmeye gelirmiş. Hem kahvelerini yudumlar hem de bu kahveciyle hasbihal ederlermiş. Kahvehane sahibi gelen konuklarının dertlerini dinler, onlara derman olmaya çalışırmış.
Bir gün bu kahvehaneye bir yeniçeri gelmiş. Kahvehanede tüm misafirlerle birlikte bir de bir Rum gemisinin kaptanı varmış. Yeniçeri kahvehanede herkese kahve ısmarladığını söylemiş. ‘Ama Rum gemisi kaptanı hariç’ diyerek onu ayrı tutmuş. Kaptan, bu duruma çok üzülmüş. Kahvehane sahibi herkese kahvelerini verdikten sonra Rum gemisinin kaptanına da bir fincan kahve götürerek yanına oturmuş. Bunu gören yeniçeri çok kızmış ve ‘Sana Rum gemisi kaptanına kahve vermeyeceksin dedim, nesini anlamadın!’ diyerek çıkışmış. Kahveci ise ‘Bu kahveyi sen ısmarlamıyorsun, benim ikramım’ demiş. Yeniçeri bu cevaba diyecek bir söz bulamamış.
Aradan yıllar yıllar geçmiş, dile kolay tam 40 yıl sonra Sisam Adası’nda bir isyan başlamış. Adadaki Rumlar ayaklanmışlar. Bu dönemde kahvehane sahibi de o adadaymış, Rumlar tarafından esir alınmış. Artık yaşlanmış olan kahveci esir pazarına düşmüş. Esir pazarında bir kişiye satılmış. Köleyi satın alan kişi, onu ormana, ıssız bir yere götürmüş. Kahveci köle korku içinde olacakları beklerken köle sahibi ‘Korkana hiç gerek yok, seni serbest bırakacağım. Hatırladın mı beni? Ben 40 sene önce kahvehanede kahve ikram ettiğim Rum gemisinin kaptanıyım’ demiş. Kahvenin 40 yıl hatırı ile kahveciyi serbest bırakmış. Rivayetlere dayanan bu hikayeye göre ‘Bir fincan kahvenin 40 yıl hatırı vardır’ atasözü günümüze kadar da gelmiş.”
Dolayısıyla ‘Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır’ demek, kendisine yapılan bir iyiliği unutmamak, değerini, kıymetini bilmek ve takdir etmek, anlamlarını ifade etmektedir. Mehmed Akif ise kadir kıymet bilmemeyi, eşek üzerinden şöyle anlatmaktadır:
“Oğlum, bu temennî neye benzer, bana bak:
Eşeklerin canı yükten yanar, aman, derler,
Nedir bu çektiğimiz derd, o çifte çifte semer!
Biriyle uğraşıyorken gelir çatar öbürü;
Gelir ki taş gibi hâin, hem eskisinden iri.
Semerci usta geberseydi… Değmeyin keyfe!
Evet, gebermelidir inkisâr edin herife.”
“Zavallı usta göçer bir gün âkıbet, ancak,
Makâmı öyle uzun boylu nerde boş kalacak?
Çırak mı, kalfa mı, kim varsa yaslanır köşeye;
Takım biçer durur artık gelen giden eşeğe.
Adam meğer acemiymiş, semerse hayli hüner;
Sırayla baytarı boylar zavallı merkepler.
Bütün o beller, omuzlar çürür çürür oyulur;
Sonunda her birinin sırtı yemyeşil et olur.”
“Giden semerciyi, derler, bulur muyuz şimdi?
Ya böyle kalfa değil, basbayağ muallimdi.
Nasıl da kadrini vaktiyle bilmedik, tuhaf iş:
Semer değilmiş o rahmetlininki devletmiş!”
“Nâsîhatim sana: Herzeyle iştigâli bırak;
Adamlığın yolu nerdense, bul da girmeye bak.
Adam mısın: Ebediyyen cihanda hürsün, gez;
Yular takıp seni bir kimsecik sürükleyemez.
Adam değil misin, oğlum: Gönüllüsün semere;
Küfür savurma boyun kestiğin semercilere.” [1]
Akif, bu şiirinde sahip olduğu nimetin ve imkanların kadir ve kıymetini bilmeyen kimselere eşek ve semer üzerinden bir ders vermek istemiş.
Gerçekten de günümüzde çoğu insan, sahip olduğu nimetlerin ve imkanların kıymetini bilmiyor, doyumsuz bir tavırla sahip olduklarına nankörlük ediyor. Nitekim bir fincan kahvenin kırk yıl hatırını sayan insan tipi bir tarafta; hatır gönül tanımayan, sürekli şikayet eden, sahip olduklarına şükür etmeyen, kendisine yapılan iyilikleri unutan “aç gözlü” insan tipi diğer tarafta bulunuyor. Bu nedenle bazı insanlar, şükür ile nankörlük; memnun olmakla olmamak arasında bocalayıp duruyor. Dolayısıyla “kadir kıymet bilmemek”, günümüzün temel sorunlardan biri haline geliyor. Nurettin Topçu da yaşadığı bir olay üzerine Orhan Okay’a gönderdiği 11 Nisan 1965 tarihli mektubunda bu konuyla ilgili olarak şunları yazıyor:
“Hizmetine ömrümü harcadığım memlekette dostlarım kalmadı gibi bir şey. Adeta yapayalnızım, boşlukta ve adeta etrafımdakilerden başka bir dünyadayım. İnsanın düşkünlüğünü, sefaletini bilirdim ama ruh sefaletinin bu kadar karanlığını görmemiştim. İnsan diye emek verdiklerimin hemen hepsi de ruh ve mana mefhumuna yabancı, menfaat kölesi bir takım haşerelermiş. Ahlaksızlığın ummanı olan bu Şark’ı yaşadıkça tanıyorum. Burada insanı fenerle arayanlar yanılmamışlar. ‘Müslümanız diyen insan yığını’ yok mu? Onlar Şark’ın en aşağı tabakasını teşkil ediyor. Müslümanlık, yaşanan şekliyle Müslümanlık Şark’ı bitirmiş. Buraya artık ne ilim girer, ne ahlak, ne de Allah uzanır bunlara. Bunların önce her şeyi bırakıp, insanlık devrine girmeleri lazım.” [2]
Nurettin Topçu’nun bu mektubunu, çok güvendiği ve inandığı üç beş dostunun, bir konuda kendisini sukut-u hayale uğratan davranışları, vefasızlıkları, kadir kıymet bilmeyişlerine çok üzüldüğü için yazdığı biliniyor. Ziya Paşa da insanların vefasızlığı, kadir kıymet bilmeyişlerini,
“Âsaf’ın mikdârını bilmez Süleymân olmayan,
Bilmez insan kadrini âlemde insan olmayan” beyti ile ifade ediyor.
Nitekim pek çok insan da anne-babası başta olmak üzere kendisini yetiştiren, yetişmesine vesile olan, katkı sunan insanların değer ve kıymetini takdir etmiyor/edemiyor, ancak öldükten sonra onların değerini anlıyor, ama iş işten de geçmiş oluyor. Zira gidenler, bir daha geri gelmiyor. Bu nedenledir ki Ferit Kam da,
“Sağlığında nice ehl-i hünerin,
Bir tutam tuz bile yoktur aşına;
Öldürüp evvel onu açlıktan,
Sonra bir türbe dikerler başına” diye yazdığı bu dörtlük ile kimi insanların kadir kıymet bilmeyişini ve vefasızlığını kınıyor, adeta isyan ediyor.
Ferit Kam’ın bu şiiri, ömrünün son dönemlerini yokluk içinde geçiren Süleyman Nazif’in ölümünden sonra belediyenin onun için bir mezar taşı yaptıracağı haberini öğrenince yazdığı söyleniyor.
Bir insanın değerini ve kıymetini takdir etmek için, illa da ölmesi mi gerekiyor? Neden bazı kişiler, sağ iken insanların kıymetini takdir etmiyor, gereken değeri onlara vermiyorlar? Zira günümüzde öyle kişiler var ki bunlar, hayatta iken beğenmediği, hatta aşağıladığı ve horladığı insanları, öldüklerinde övüyorlar ve takdir ediyorlar. Öldükten sonra gösterdiği olumlu tavrı, onlar hayatta iken niye göstermiyorlar? İnsanlara hayatta iken değer verdiklerinde küçüleceklerini mi sanıyorlar? Yoksa egoları mı buna engel oluyor?
Kimileri de eleştiride çok cömert, takdir ve teşekkürde cimri davranıyor. Bu nedenle İbn Sina “İlim ve sanat takdir edilmediği yerden göç eder” diyor. Bu sözü ile o, bize bir mesaj veriyor ve takdir etmemenin kötü sonuçlarını, takdir etmenin ise önemini hatırlatıyor. Takdir etmeme, sadece ilim ve sanat alanları ile de sınırlı kalmıyor, farklı alanlarda da söz konusu oluyor. Nitekim Hz. Peygamber’in “İnsanların kıymetini bilemediği iki nimet vardır: Sıhhat ve boş vakit” [3] sözünden de anlaşılacağı üzere çoğu insan, sağlığın ve boş vaktin değerini bilmiyorlar; bu iki nimetin değerini ancak kaybettiğinde anlıyorlar, ama giden sağlık ve boş vait, bir daha geri gelmiyor.
Kimi insan da yeryüzünü ve içindekileri onun emrine amade kılan ve hizmetine sunan Allah’ı da gereği gibi takdir etmiyor ve nankörlük ediyor. Kur’an bize Cahiliye Araplarının “Allah’ı hakkıyla takdir edemediklerini..” [4]; O’nu iyi tanıyamadıklarını, yaptıklarını değerlendiremediklerini; O’nun gücünün ve kudretin farkında olamadıklarını haber veriyor. Nitekim günümüzde Allah’ı takdir edenler olduğu gibi etmeyenler de bulunuyor. Allah Teâlâ bu konuda şunları söylüyor: “Biz insanı karışık bir sudan( döllenmiş yumurtadan) yarattık. Onu halden hale, şekilden şekle soktuk ve nihayet onu işiten, gören ve akleden bir varlık haline getirdik. Ona (doğru) yolu gösterdik. Artık o, ya şükreden biri, ya da nankör biri olacak.” [5] Dolayısıyla Allah Teâlâ, tercihi insana bırakıyor ve bu nedenle de dileyen şükrediyor, dileyen de nankörlük. Ama yapılan her şeyin bir bedeli olduğu gibi, şükrün ve nankörlüğün de bir bedeli oluyor. Ne hazindir ki çoğu insan, bu bedelin ahirette ödeneceğini dikkate almıyor ve bunun bilincinde olmuyor.
[1] Mehmed Akif , Safahat ; İstanbul 1950, s.402-403. (6.Kitap Âsım)
[2] M. Orhan Okay, Anadolu’dan Hatıralarla Nurettin Topçu’nun Mektupları, Cümle Yayınları, Ankara 2015, s.139.
[3] Buhari, Rikak, 1; Tirmizi, Zühd, 1.
[5] İnsan,76/2-3. Ayetin tercümesi, Hac,22/5 ve Mü’minun,23/12-14 ayetleri bağlamında yapılmıştır. İki yol için bkz, “ Biz ona eğri ve doğru iki yolu da göstermedik mi?” (Beled, 90/10)