Gazze olayı hakkında medyada birçok tespitin yapıldığını izliyorum. İsrail yönetiminin yardım tırlarına engel olup aç bırakmayı da kullanarak kitlesel katliama girişmesi Batı’da “irrasyonel” politika olarak niteleniyor. Çünkü yaşananlar, Batı’nın ürettiği hukuk, adalet gibi değerlerin sahte olduğunu tüm dünyaya müşahhas biçimde göstermiş oldu. Müstevlilerin iki yüzlülüğü bir kere daha görülmüş oldu ama biz bu hakikati zaten biliyorduk. Peki Gazze, Müslümanlara neyi öğretmiştir? Gazze’nin Müslümanlara öğrettiği bir şey bulunmuyor mu? Gazze direnişinin Müslümanlara öğrettiği en önemli başlık mukâvemet/direniş kavramıdır. Mukâvemet, müslüman bir toplumun içtimaî, iktisâdî ve siyâsî direnişi ve ayakta kalma mücadelesi demektir. İslam tarihini hatırlayalım. Müslümanlar Mekke döneminin bir kesitinde Ebû Tâlib mahallesinde abluka altında üç yıl geçirdi. Buna tarihte “boykot yılları” denildi. Buna iktisâdî mukavemet de diyebiliriz. Elde edilen az bir gıda ile uzun süre kalabilme, ayakta durabilme iktisadî bir direniştir.
İslam Toplumunun İnşa Sürecinde “Mescid”
Hz. Peygamber, Medine döneminde de üç M’yi gerçekleştirdi. Mescid, Müvâlât ve Mukâvemet. Önce mescidi inşa etti, tüm faaliyetlerin merkezi de mescid oldu. Mescid-i Nebevî’nini inşaatında bizzat çalışmakla kalmadı. İslam’la şereflenmiş Evs ve Hazrec’e bağlı dokuz kabile vardı. Onlara da mahalle mescitlerini inşa etmelerini emir buyurdu. Ülkemizde dokuz mescitler fazla bilinmiyor, hac ve umre için gidenler “yedi mescitleri” duyduk ve ziyaret ettik de “dokuz mescitleri” hiç duymadık diyorlar. Halbuki dokuz mescitlerin bir hakikati var. Dokuz mescitler derken Mescid-i Nebevî’de okunan ezanın işitilebildiği[1] Benî Seleme, Benî Zürayk, Benî Amr b. Mebzûl, Benî Sâide, Benî Ubeyd, Benî Râbih, Gıfâr, Eslem, Cüheyne mescitleri kastedilmektedir.[2] Mescid-i Nebevî dışındaki tüm mescitler de bunlardan ibaret değildir. Hz. Peygamber’in müslüman mahallelerinde mescit inşası ilgili talimatı iki gayeyi gerçekleştirmiştir: Birincisi müslüman mahalleleri müşrik mahallelerinden ayırt edildi. Hicret ile birlikte Medine’nin demografisi değişmiştir. Yahudi kabileler ve müşrik kabileler şehrin ana unsuru iken Müslümanlar üçüncü bir unsur olarak kendilerini belli etmiş oldular. Mahallelerinde kurdukları mescitler, müslümanları gayri müslim unsurlardan ayırt etmekle kalmadı. Bu üçüncü topluluğun Medine’nin ‘tek toplumu’ olma süreci başlamış oldu. Mescid, talim ve tedris başta olmak üzere hukukî, askerî ve siyasî bütün faaliyetlerin merkezi ve karar alma mercii idi. En büyük şahsiyet mimarı olan Hz. Peygamber (s.a.) mescidi merkeze alarak kurduğu ‘mahalleler bütünü’ ve şehir ile yüksek ahlak kıvamına ermiş şahsiyetler yetiştirmiştir. Şahsiyet mimarisinin mekân mimarisiyle yakın alakası vardır. Müslüman şahsiyeti, helal dairede içtimaî hayat yaşanan yer anlamına gelen mahallede inşa edilir. “Senin helal dairede hayat yaşadığın şehre yemin ederim” âyeti (el-Beled 90/1-2), Müslüman mahallesi ile İslam şehrinin bütünlüğün anlatır.
Osmanlı Devleti elli haneyi bir mahalle kabul etmiştir. 1827’ye kadar mahalle imamı aynı zamanda mahallenin muhtarı idi. Mahalle birbiriyle insicamlı ailelerden oluşan organik bir yapı idi. Osmanlı Devleti, inşa ettiği şehirlerde cami mimarisinde iki esasa dayanmıştır. Şehrin tam ortasına selâtîn camiler inşa edilmiştir. Bu camiler cuma ve bayram namazlarında bütün şehir halkını toplayabiliyordu. Vakit namazları için de mahalle mescitleri inşa edilmiştir. Mahalle mescitleri insanları toplamada ve kaynaştırmada çok iş görüyordu. Son yüz yılda cami mimarisi ile ilgili devletin hiçbir tefekkür, tedebbür, teemmül ve taakkule dayalı görüş ve vizyonu olmadığı için yerleşim yerinin ortasında değil de kıyıda, kenarda boş arsalarda süslü camileri çok görürsünüz. Son yüzyılda ülkemizdeki camilerde kuruluş ve tamamlanma aşamalarında devletin rehberliğinden ziyade hacı emmilerin gayreti diniyyeleri müessir olduğu için iki yönlü oran uyumsuzluğu görülür. Birincisi minare ile kubbe arasında estetik bir orandan söz edilemez, minareler kubbeden çok yüksekte olur. İkincisi mahallenin ya da siteler bütününün ortasında kalmış cami ile çevredeki evlerin göze zevk veren estetik bir uyumundan söz edilemez. Evlerden ve binalardan uzakta kalmış boş arsalarda camiye çok rastlarsınız. Evlerin ortasında kalmış olsa bile bir estetik uyumsuzluk dikkat çeker. Gökdelenlerin ortasında kalmış cami, taştan ve harçtan kütlesi ile “ben burada garip kaldım” diye hal diliyle hüznünü anlatır.
İslam Toplumunun İnşa Sürecinde “Müvâlât”
Asr-ı saâdette mescidin bütün boyutlarıyla inşası ve imarından sonra müvâlât geldi. Müvâlât Hz. Peygamber’in sahabeyi birbirine kefil ve sorumlu kılmasıdır. “İslam cahiliye anlaşmalarını kaldırdı mı?” diye sorulduğunda Enes b. Malik (r.a.), Hz. Peygamber’in Ensar ile muhaciri kardeş ilan ettiğini ve bunun da bir hılf (toplum sözleşmesi) olduğunu söylemiştir.[3] Kur’an’da müminlerin birbirlerinin velisi (sorumlusu) olduğu zikredilmiştir. (et-Tevbe 9/71) Müvâlât sağlandıktan sonra iki önemli “toplumlaşma” merhalesi yaşanmıştır. Birincisi cahiliye dönemi bayramlarının İslam’ın getirdiği iki bayramla değiştirilmesi, ikincisi de fiyatların maddi güce göre değil, arz ve talebe göre Allah tarafından belirlendiği İslami pazarın kurulmasıdır. Bu iki müesseseleşme ile Müslüman topluluk güçlenmiş, Medine şehrinin hâkimi toplum olma sürecine girmiştir. Bunu çekemeyen guruplar ‘Müslümanlar’a sözlü ve fiili saldırılar yapmaya başladılar. “Kendilerine savaş açılan kimselere muharebe izni verildi. Allah onları muzaffer kılmaya elbette kādirdir” ayeti (el-Hacc 22/39) ininceye kadar müslümanlar bu saldırılara karşılık vermemiştir. Bu ayetin inmesinden sonra Hz. Peygamber’in gerçekleştirdiği üçüncü “M” olan ‘mukavemet’ safhasına girilmiştir.
İslam Toplumunun İnşa Sürecinde “Mukâvemet”
Mukavemet kendini müslüman olarak nitelemiş bir topluluğun sahip olduğu ilahî değerler uğrunda tüm fedakarlıkları ortaya koyarak rüştünü ispatlaması ve toplumlaşma sürecine girmesidir. Toplumlaşma süreci bir bakıma devletleşme sürecidir ve tüm devlet denebilecek yapılar, kuruluş aşamasında bir topluluğa dayanır. Sosyolojik olarak herhangi bir topluluğun toplumlaşması, devletleşmesi anlamına gelir. Devletleşme aşamasında toplumlaşmış topluluk, diğer toplulukları kültürel olarak kendi bünyesinde eritir, kendine benzetir. İktisadi, siyasi ve kültürel ‘bütünleşme’yi kabul etmeyen topluluklar göç etmek zorunda kalır. Gazze halkı, yaşadığı coğrafyada toplumlaşma sürecine girmiş ve yekpare, mütecanis bir toplum olmuştur. 2008 Aralık ayındaki Erez saldırısı olayından sonra İsrail kara ordusunun giremediği kurtarılmış bölge olarak Gazze, İslam’ın 21. Yüzyılda muhteşem yaşandığı bir iklimdir. Camilerin yirmi dört saat açık kaldığı, komşuluğun ve içtimai dayanışmanın en üst seviyede yaşandığı Allah’la barışık bir toplumdur Gazze toplumu. Yerin altında kilometrelerce tüneller inşa eden Gazze halkı İslam ümmetine, mukâvemetin sadece “sürdürülmüş silahlı mücadele” değil, içtimaî ve iktisadî; talimî ve terbiyevî topyekûn bir mücadele olduğunu göstermiştir. Her evden bir şehit, bir hafız diye yola çıktılar. İki binli yıllarda sahabe dönemini hatırlatan bir İslamî dayanışma ve örnek İslamî hayat ortaya koydular.
Günümüz şartlarında mukâvemet olgusunu, yerel dinamikleri ve imkânlarıyla ayakta kalma olarak anlayabiliriz. Hamas siyasi yapılanmasının açılımı ‘el-Haraketü’l-mukâvemetü’l-İslâmiyye’dir. İslâmî direniş hareketi diye tercüme edilebilir. Mukâvemet/direniş, günümüz şartlarında “küreselleşmeye” karşı mahallileşme, mahallî imkân ve dinamikleriyle ayakta kalmaya tekabül etmektedir. Hamas’ın en dikkat çekici yanı mahallî cihâdı tercih etmesi “yabancı cihatçı” kabul etmemesidir. Çeçenistan cihâdının neticesinin akim kalmasının en önemli sebebi yabancı cihatçı meselesiydi. Çeçenistan’a gelen yabancı cihatçıların çoğu selefîydi ve kuvvetli bir tasavvuf damarı bulunan Çeçen halkı ile uyum içinde mücadele ortaya koyamadı. Bugün Taliban bir başarı ortaya koymuşsa uzun bir süredir yabancı cihatçı kabul etmemesi, mahallî imkân ve dinamikleriyle ayakta kalmaya önem vermesi sebebiyledir.
Küreselleşen Dünyada İnsanî Kriz Olgusu
Küresel sistem Müslümanlara yönelik iki aşamalı bir strateji uygulamaktadır. Önce İslam coğrafyalarında insani krizler çıkarılıyor. Bu krizlere küresel aktivistlerin insani yardım adı altında müdahaleleri oluyor. Bu müdahaleler Müslümanlarla küresel aktivistleri adalet, hukuk ve insani yardım başlığında buluşturmuş oluyor. Bu durum İslam’ın bütün dünyaya vereceği mesajın anlaşılmasına hizmet etmiyor. Asıl meselenin nereden çıktığı anlaşılamıyor. Ası mesele ve bütün bir çatışma, insanın ilahi olan’ı dikkate almayıp insan mühendisliği yapmasıdır. Asıl mesele eğitim, sağlık ve istihdam düzeninde Batı’nın getirdiği standartların uygulanıp uygulanmamasıyla ilgilidir. Gazze halkının maruz kaldığı bu durum özellikle küresel eğitim sisteminin getirdiği standartlara uymayan bir eğitim nizamını kendi içlerinde kurmaları ve insan üretimi değerler ile nesillerinin şekillendirilmesini kabul etmemeleridir. Gazze’nin asıl direnişi insan kaynaklarını yetiştirmek ile ilgilidir.
Küreselleşme, gündelik hayatta İslam’ın mesajının bütün dünyaya duyurulması gibi algılansa da durum öyle değildir. Bu kavram başlangıçta İslam’ın mesajının bütün dünyaya yayılmasının aracı gibi sunuldu, pratikte öyle olmadı. Pratikte İslami değerleri benimseyenlerin Pagan Batı ile ‘ilâhî olan’dan koparılmış insan menşeli değerlerde “iş birliği” içinde olması anlamına geldi. Küreselleşme söyleminde dünyanın herhangi bir yerinde insanî kriz yaşanmışsa her ülkede protestolar yapılır. Sosyal medyada ve tüm iletişim mecralarında kınama mesajları art arda yayınlanır. Geçtiğimiz günlerde Hamas adına “Küresel Grev” diye sosyal medyada bir dolaşım yer almıştı, güvenilir kaynaklarca doğrulanmadı. Tarihte yaşanmış bütün insanî krizler “güç kullanarak” çözülmüştür. Hz. Peygamber, “Biz müşrikten yardım istemeyiz/إِنَّا لَا نَسْتَعِينُ بِمُشْرِكٍ»” hadisi ile bir ilke koymuştur.[4] O ilke şudur: Müslümanlar kendi insani krizlerini kendileri çözmelidir. Bugün ve yarın da “soykırım teşebbüsleri” dahil tüm insani krizler ancak güç kullanarak çözülebilecektir. Cihâdın yerini “Küresel Grev” alırsa Müslümanlar kaybeder.
Gazze Halkı Bize Neyi Öğretti?
Müslümanlar kendi insanî krizlerini kendi imkân ve dinamikleriyle çözmeli, ‘Kitapsız Batı’ ile ideolojik yakınlaşma içine girmemelidir. Batı’nın asıl rahatsızlığı müslümanların kıt imkânlarla da olsa cihâdı “sürdürüyor” olmasıdır. Batı ortaya koyduğu fiilî tutumla, “sivil ölümlerinden rahatsızım ama çağdaş ulus devletlerden birinin güvenlik politikalarına ‘güç kullanarak’ müdahil olmam” mesajını vermiştir. Bu mesajın İslam ümmetini tatmin edici ve sivil halk katliamını önleyici bir yanı bulunmamaktadır. Gazze halkı bize mukâvemeti öğretti. Gazze halkı bize çok şey öğretti.
[1] Süleymân b. el-Eş‘as b. İshâk es-Sicistânî el-Ezdî Ebû Dâvûd - thk. Şuayb el-Arnaût, Merâsîl (Beyrut: Müessesetü’r-risâle, 1408), 78.
[2] Ahmed Güner, “Asr-ı Saadette Mescidler/Camiler ve Fonksiyonları”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslâm (İstanbul: Ensar Neşriyat, 2007), 3:242.
[3] Ebû Abdillâh Muhammed b. İsmâîl b. İbrâhîm el-Cu‘fî Buhârî - thk. Mustafa Dîb el-Büğâ, el-Câmiu’s-sahîh (Beyrut: Dâru İbn Kesîr, 1987), “Kefâlet”, 2; “Edeb”, 67.
[4] Süleymân b. el-Eş‘as b. İshâk es-Sicistânî el-Ezdî Ebû Dâvûd - thk. Muhammed Muhyiddîn Abdülhamîd, es-Sünen (Beyrut, t.s.), “Cihâd”, 153/2732.