Onu anlamanın yolu, sadece “İsyan Ahlâkı”nı ya da “Maarif Davası”nı okumaktan geçmiyor. Orhan Okay'la yaptığı mektuplaşmalarda, asıl Topçu ortaya çıkar. Orada ne akademik poz verir, ne kürsü diliyle konuşur. Orada bir fikir adamının yalnızlığı, sancısı, ruh çırpınışı vardır.

Bir isyan adamıydı Nurettin Topçu. Ama öyle bağırıp çağıran, kendini vitrinde sergileyen türden değil. Onun isyanı sessizdi, ama derin. Kaleminde saklıydı, satır aralarında büyüyordu. Ne sisteme yaranmaya çalıştı, ne toplumun hamasi alkışına talip oldu. Fikre, hakikate ve en çok da ahlâka yaslandı. Kimi zaman yalnız kaldı, kimi zaman dışlandı. Ama hiç eğilmedi. Emrolunduğu gibi dosdoğru oldu. Çok sevdiği Peygamberi ve fikri takipçisi olduğu Akif gibi.
Topçu, Felsefe Doçenti olmasına rağmen kendini "felsefe muallimi" olarak tanımlıyordu. Bugünün bile muteber görülen akademik titrlerinden uzak, sade ama derin bir tanım. Çünkü onun derdi akademik unvanlar değil; irfanı, düşünceyi, sorumluluğu genç nesillere taşımaktı. Eğitimin öznesi olan "insan"a odaklandı. Kitaplarını da, sınıfını da, dergilerini de bu sorumlulukla şekillendirdi. Onun "maarif davası"nı hâlâ ciddiye almadığımız için bugün eğitim sistemimiz, bir türlü, arzu edilen ideal insanı inşa edemiyor.
Düşüncede, vicdanda, ahlakta bir diriliş
Bir filozof olarak Topçu'nun en büyük farkı şuydu: Batı'yı bildi ama ona teslim olmadı. Fransa'da, Sorbonne'da Blondel'in "hareket felsefesi" ile tanıştı. Ama öğrendiğini ithal etmedi. Hareketi, Türk düşünce hayatına kendi kelimeleriyle yerleştirdi. Onu entelektüel bir gösteri aracı değil, bir ahlaki uyanış biçimi olarak kullandı. "Hareket" dediği şey, sadece fiziki eylem değil; düşüncede, vicdanda, ahlakta bir dirilişti. Descartes'ın "Düşünüyorum, öyleyse varım"ına karşılık onun dünyasında "Hareket ediyorum, o hâlde yaşıyorum" vardı.