Birdenbire sustu her şey. 40 yıldır hayatımızın fon müziği, haber bültenlerimizin demirbaşı, endişelerimizin en somut adresi olan o uğultu, yerini tuhaf, neredeyse sağır edici bir sessizliğe bıraktı. Ancak bu sessizlik, bedeli on binlerce canla; vatan toprağını bekleyen askerimizle, asayişi sağlayan polisimizle, korucularımızla, en ücra köşeye ilim götüren öğretmenimizle ve bu şiddet sarmalında en büyük bedeli ödeyen bölgedeki masum insanlarımızla hem de çoluk çocuk ödenmiş ağır bir sükûnet.
Bu yeni döneme bakarken hissettiğim ilk şey, zafer değil, derin bir sorumluluk duygusu. Asker ve sivil şehitlerimize, gazilerimize, bölge insanımıza olan borcumuz, sadece terör örgütü silah bıraktığında değil, onların uğruna can verdiği bu ülkede hiçbir gencin umudunu kaybetmediği, hiçbir ailenin yoksullukla ve çaresizlikle boğuşmadığı, adaletin ve refahın coğrafya ayırt etmeksizin her eve ulaştığı gün ödenecektir.
40 yıldır güvenlik paradigmasıyla düşünmeye, konuşmaya ve yaşamaya o kadar alıştık ki, şimdi bu yeni “barış” durumuyla ne yapacağımızı tam olarak bilemiyoruz. Ortaya çıkan bu yeni zemin, tehlikeli olduğu kadar muazzam fırsatları da içinde barındırıyor. Tehlikeli, çünkü bu zemini, geçmişin acılarını siyasete malzeme yapan popülist naralarla, eski düşmanlıkları körükleyen geçmişin hayaletleriyle doldurmaya hevesli olanlar çıkacaktır. Fırsat, çünkü bu durum, bize ilk defa gürültüden arınmış bir atmosferde durup, sorunun kök nedenleri üzerine sükûnetle düşünme ve en önemlisi, “barış” denen o soyut kelimenin içini somut, insani ve adil politikalarla doldurma imkânı sunuyor. Bu süreç, bize yeni bir toplumsal sözleşme yazma, yıpranmış bağları onarma ve daha kapsayıcı bir “biz” tanımı yapma şansını veriyor.