Devlet Başkanının Özellikleri, Seçimi, Biatı, Danışma Meclisi
MAKALE
Paylaş
10.01.2023 19:26
434 okunma
Dr. Hasan Eryılmaz

Ulu'l-Emr: Devlet başkanı ile ona bağlı olan “ilmiyye-kalemiyye-seyfiyye” yani bilginler-bürokratlar-askeri komutanlardan oluşan üst yöneticiler demektir. Şiî doktrinde ülü’l-emr, Hz. Ali ve Ehl-i beyt imamlarıdır, tasavvufta ise ülü’l-emr tarikat önderleridir. (Nisâ 59) ayetinden, müslüman bile olsalar, Allah’a isyan niteliği taşıyan ülü’l-emre itaat edilmeyeceği hükmüne varmak mümkündür. Meşrû olmayan hususlarda yöneticilere itaat edilmeyeceği birçok hadiste geçer (Müsned,  Buhârî, Müslim) (TDV, İA, Siyaset).

Ancak bu onlara isyan edilmesi anlamına da gelmez. Klasik Sünni doktrine göre; yöneticinin fâsık veya zalim olması, kamu düzeninin korunması düşüncesinden hareketle, azli gerektiren bir sebep teşkil etmez… şer‘î hükümlere aykırı düşmediği sürece itaat edilmesi vâcip görülmektedir… Fahreddin er-Râzî görüşünü, âyette ülü’l-emre itaatin kesin biçimde emredilmesine dayandırmaktadır… ülü’l-emr, ümmetin kendilerine güvendiği herkesin yer aldığı geniş tabanlı bir topluluktur (TDV, İA, Ulul-emr).

Hilafet: Efendimizden sonra kullanılan ilk terimdir ve Hz. Ebû Bekir, “halifeti rasûlillâh” olarak adlandırılmıştır. Hz. Dâvûd’a hitaben,  “Biz seni yeryüzünde halife yaptık, onun için insanlar arasında adaletle hükmet” (Sâd, 26) ayetinde “siyasî lider” mânasında kullanılmıştır.  Hz. Ebû Bekir, o gün için henüz adı konmamış bir “ehlü’l-hal ve’l-akd” topluluğunun müşaveresiyle seçilmiş, sonra Mescid-i Nebevi’ de herkesin biatıyla  İcma-i Ümmet bir kararla hilafete atanmıştır.

“””Belli sayıdaki sahâbî tarafından Hz. Ebû Bekir’e yapılan bu biata “el-bey‘atü’l-hâssa” denilmektedir. Daha sonra Mescid-i Nebevî’ye giden Hz. Ebû Bekir’e burada bütün Medineliler gelerek biat ettiler ve buna da “el-bey‘atü’l-âmme” adı verildi. Sa‘d b. Ubâde Hz. Ebû Bekir’e ömrü boyunca biat etmemiş, fakat aleyhinde de, herhangi bir faaliyette bulunmamıştır. Hz. Peygamber’in cenazesinin yıkanmasıyla meşgul olduğu için görüşmelere katılamayan ve Hz. Fâtıma’nın vefatına kadar da bu işle ilgilenmeyen Hz. Ali başta olmak üzere Abbas, Zübeyr b. Avvâm, Utbe b. Ebû Leheb, Ebû Zer el-Gıfârî, Ammâr b. Yâsir, Übey b. Kâ‘b ve Selmân-ı Fârisî gibi sahâbîler Hz. Ebû Bekir’e daha sonra biat etmişlerdir…  Hz. Ali seçimden sonra hilâfet konusunda hiçbir şekilde hak iddiasında bulunmadığı gibi Hz. Ebû Bekir’e biat eden sahâbîler de halife seçiminde Şiîler’in ileri sürdüğü nasla tayin veya veraset faktörünü göz önünde bulundurmamışlardır””” (TDV, İA, Hilafet).

Buradaki “şura-seçim-biat” metodu, sultanlar döneminde veraset yoluyla çarpıtılmış olsa da, asırlarca Ehl-i sünnet’in metodu olmuştur. Hz. Ebû Bekir bir grup sahabi ile istişare ederek kendisinden sonra Hz. Ömer’in halife olmasını vasiyet etti ki, bu uygulama, daha sonraki dönemlerde istismar edilerek, saltanat sistemi içinde yapılagelen veliaht tayinlerine dayanak olarak gösterildi.  Şiîlerin  “imâmet” doktrininde hilafet hakkı Ehl-i beyt imamlarına ait olduğu için zaten seçime gerek yoktu. “””Hz. Ömer kendisinden sonraki halifeyi şahsen belirlemeyip seçimi altı kişilik bir şûra heyetine bırakmıştır. Bu altı kişi yaptıkları görüşmeler sonunda kendi aralarından Hz. Osman’ı seçmiş, ardından da halkın biatı alınmıştır. Bu uygulama, ileriki dönemlerde teşekkül edecek olan hilâfet nazariyelerinde halifenin ehlü’l-hal ve’l-akd tarafından seçilmesi halinde meşruiyet kazanacağı fikrine temel teşkil etmiştir…  Ölüm döşeğinde iken Hz. Ali’den kendisinden sonra halife olacak kişiyi belirlemesi… Oğlu Hasan’a biat edilmesi hususundaki görüşü sorulunca da, “Bunu size ne emrederim ne de yasaklarım; siz daha iyi bilirsiniz” dediği rivayet edilir. Hz. Ali bu davranışıyla, halifenin iş başına gelmesinde veliaht tayininin usul haline gelmesini önlemek istemiş olabilir… Hz. Hasan’a biat edildiyse de… yeni bir savaşın çıkmaması için halifelikten çekildi(41/661)… Hz. Hasan’ın halifelikten feragat etmesinden sonra Kûfe Mescidi’nde, Muâviye’ye umumi biatta bulunulmasıyla… İslâm tarihinde yeni bir dönem başlamıştır  ”“"(TDV, İA, Hilafet).   

Muâviye, Oğlu Yezîd’i veliaht göstererek Fars, Rum kralları gibi, veraset sisteminin ortaya çıkartmıştır. Yezîd’e biatı kabul etmeyen Hz. Hüseyin Kerbela’da, yine genç bir sahabi olan ve “emirü’l-mü’minîn” unvanıyla Mekke’de 10 yıl halifelik yapan Abdullah b. Zübeyr b. Avvâm da Mekke’de şehid edilerek, saltanat usulü iyice yerleştirilmiştir. Abbâsîler de bu sistemi korudu. Bir asırdan fazla iktidarı ele geçiren Şii-Farsi Büveyhî devleti, merkezî hükümetin meşruiyet kaynağı olan Sünnî Abbâsî halifeliğinin devamına karşı çıkmadı ve Şiî bir halifelik kurma yoluna gitmedi. Tuğrul Bey, Büveyhî hâkimiyetine son verip Abbâsî hilâfetini Selçuklu himayesine alınca yeni bir dönem başladı. Devlet idaresi, saltanat, siyasî nizam ve asayiş gibi işler sultana devredildi, sultanlar da halifelik makamına saygı gösterdiler, Şiî-Fâtımîler’e karşı mücadele ettiler. Abbâsîler zamanında önce Endülüs Emevî halifeliği sonra da Mısır Fâtımî Hilâfeti ortaya çıktı, siyasi parçalanmaya dini parçalanma da eklendi. Şiiliğin İsmâiliyye kolu Mısr-Fâtımî halifeliğini kurdu,  İmâmiyye kolu ise Mehdî’yi bekledi (TDV, İA, Hilafet).  

Zeydîler Yemen’de, Hz. Hasan’ın soyuna mensup imamların yönetiminde halife adını değil, “emîrü’l-mü’minîn” ve “imam” adlarını kullanarak,  I.Zeydî İmamlar Devleti,  II.Zeydî İmamlar Devleti,  Osmanlı hâkimiyeti dönemi ve son dönem(1918-1962) olmak üzere dört dönem halinde, devletlerini ve imamiyetlerini devam ettirdiler(TDV, İA, Zeydîler).

Zeydîler’e göre imam mâsum değildir, Kur’an ve Sünnet’ten ayrıldığı zaman peşinden gitmek gerekmez. Ayrıca imâmetin babadan oğula geçmesi şartı yoktur, imamın Hz. Ali soyundan gelmesi yeterlidirilk üç halifeyi meşrû sayarlar… Sultan I. Baybars, Moğol sultanını öldürdükten sonra, Moğolların işgali sırasında Bağdat’tan kaçan son Abbâsî halifesini Kahire’ye getirdi ve üç yıllık aradan sonra Abbâsî hilâfetini Mısır’da yeniden kurdu.  Hilâfetin Abbâsîden Osmanlı geçişinde, son Abbasi halifesi, Eyüp Camii’nde hilâfet kılıcını padişah Yavuz Sultan Selim’e kuşattı(TDV, İA, Hilafet).  

Selçuklu-Osmanlı devletleri, bütün dünyada yerleşik, sultanlık-krallık sistemini kucaklarında buldular.  Yine de sultanlık sistemi, “el-Ahkâmü’s-sultâniyye” ve “es-siyâsetü’ş-şer‘iyye” türü eserler ile olabildiğince şeriat içinde tutulmaya çalışıldı. Halife kavramına göre sultan, zamanla daha dünyevî bir çağrışım yapar hale geldi (TDV, İA, Siyaset).

Sonraki dönem hukukçuları en çok, Osmanlı sultanlarının Kureyş soyuna mensup olmayışları üzerinde durmuşlardır. Küllenmiş olan bu husus, asırlar sonra ilk defa, Kanûnî zamanında ortaya atılmış, Sadrazam Lutfi Paşa da Halâsü’l-ümme fî ma‘rifeti’l-eimme adlı eserinde, halife olabilmek için Kureyş kabilesinden gelme şartının bulunmadığını söylemiştir. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması, Batılı bir devletin Osmanlı padişahlarını bütün müslümanların halifesi sıfatıyla tanıdığını gösteren ilk resmî belgedir. 1870’lerden sonra müslüman sömürgelerdeki direnişlerin, hilâfet etrafında güçlenmesi ihtimali İngilizler’i çok endişelendirince, İngiliz basınında Osmanlı hilâfetinin meşrû olmadığı yolunda yazılar başladı… Sonuçları da 1916’da, Şerîf Hüseyin isyanıyla ortaya çıktı(TDV, İA, Hilafet).

Hz. Ebû Bekir’in Benî Sâide toplantısında halifenin Kureyş’ten olması gerektiğini vurguladığı bilinmektedir. Bu konuda Hz. Peygamber’den de bir hadis varsa da (Müsned), İslâm’ın liyakate verdiği önem açısından bunun sahih olamayacağı ileri sürülmüştür… Şîa için Kureyş’ten olmak yetmez, aynı zamanda Ehl-i beyt’ten olmak da gerekiyor… Hâricîler’e göre Hz. Ömer’in, “Huzeyfe’nin âzatlısı Sâlim sağ olsaydı onu yerime bırakırdım” sözü, Kureyş kabilesine mensubiyetin şart olmadığına delildir. Zira Sâlim Kureyşi değildi. Çok dikkate değer bir yorumu da, İbn Haldûn yapar. Ona göre, halifenin saygın bir kabileden olması gerekir. Resûl-i Ekrem döneminde bu özelliğe sahip olan Kureyş, daha sonra bu özelliğini kaybetmiştir, her dönemde halife, aynı özelliğe sahip herhangi bir kabileden olabilir (Muḳaddime)…Özelliklerden biri de erkek olmaktır… Bu nitelik üzerinde Şîa ve Ehl-i sünnet ittifak eder… Hamîdullah, Kurân-ı Kerîm’in kadınların hükümdar olmasına olumlu baktığını düşünür… Kur’an’da Belkıs’tan olumlu şekilde bahsedilmesi buna bir delil teşkil eder (TDV, İA, İmamet).

Fakihlerin büyük çoğunluğu fıska giren halifeye yapılan biatın bağlayıcı niteliğini kaybettiği görüşündedir. Ancak silâhla değiştirilmesini câiz görmezler. Nedeni de, ilk dönem ihtilâflarında çok kan dökülmesidir. Senhûrî, hilâfeti sahih ve nâkıs olmak üzere ikiye ayırmakta, sahih hilâfet esasen bütün ümmetin ehlü’l-hal ve’l-akdinin iştirakiyle gerçekleşeceğinden, aynı anda iki halifenin hukuken ve fiilen mümkün olamayacağını söylemektedir(TDV, İA, Biat).                              

İmamet: Bir hadiste, Allah’ın âhirette arşın gölgesinde barındıracağı yedi zümrenin başında âdil imam sayıldığı için(Buhârî, Müslim, Müsned), siyasi lider anlamında halife yerine imam ismi kullanılmış ancak, namaz kıldıran imam ile karışmaması için devlet başkanına büyük imam denmiştir.   Mâverdî ve İbn Haldûn’a göre imâmet, dini koruyan ve dünyevî yönetimde nübüvvetin yerini alan bir müessesedir… Sıffîn Savaşı sonunda Hz. Ali’yi tekfir ederek ayrılan Hâricîler, imâmet konusunda farklı görüşler ortaya atmışlardır…   “  Hâricîler’e göre adaletin gerçekleşebilmesi için toplumdaki bütün işlerin Allah’ın emir ve yasaklarına uyularak yürütülmesi gerekir. Zira hüküm Allah’a aittir… Adalet ilkesiyle Allah’ın hükmünün gerçekleştirilmesinden birinci derecede sorumlu makam imâmettir. İmâmet âdil, âlim ve zâhid olması şartıyla hür veya köle her müslüman tarafından yürütülebilir... İmam müslümanlar arasında yapılacak hür bir seçimle iş başına gelir; doğru yolda devam ettiği…  sürece görevini yürütür; sapıklığa düştüğü yahut zulmettiği zaman azledilir, gerekirse öldürülür…  azledilmesi gerektiğinde, güçlü bir direniş gösteremeyecek konumda bulunması sebebiyle Kureyş kabilesi dışındaki bir soya mensup olması daha uygundur... İlk iki halifenin imâmetinin tamamını, Osman’ın ilk altı yılını ve Ali’nin tahkîme kadar olan dönemini meşrû sayan Hâricîler, Osman’ın ikinci altı yıllık devresini, ortaya çıkan olaylar ve yapılan icraat sebebiyle gayri meşrû saymaktadır ”  … Kureyş’e mensubiyeti konusunda Mu‘tezile, gerekli şartları taşıyan bütün Müslümanların imam olabileceği görüşünü benimsemiştir… Mu‘tezile’nin bütün fırkaları, Hz. Ebû Bekir’in seçime dayanan imâmetinin meşrû olduğunda ittifak etmiştir… Modern Sünnî imâmet’de en çok vurgulanan husus, imâmetin seçime dayanması ve şûra hükümetinin kurulmasıdır (TDV, İA, İmamet).   

“Şîa, Hz. Peygamber’in vefatından sonra hilâfetin Hz. Ali’nin hakkı olduğunu, bunun nasla belirlendiğini, Hz. Ali’den sonra oğulları Hasan ve Hüseyin soyundan devam etmesi gerektiğini savunur. Zeydiyye hariç Şiî fırkaları, ilk üç halifenin meşruiyetini tartışma konusu yapar… Ehl-i sünnet, imâmetin vâcip olduğunu ve imamın ehlü’l-hal ve’l-akdin seçimi veya istihlâf ile başa gelmesi gerektiğini savunarak Şîa’nın nasla tayin görüşünü reddetmiştir” (TDV, İA, Siyaset).

İlk üç halife ile Emevî ve Abbâsî devlet başkanları, Şîa’ya göre imam değil halifedir… İmâmet etrafındaki tartışmalar, Şîa tarafından başlatılmıştır… Başlangıçta Şîa geniş bir toplum desteğine sahipken, sonraları siyasî mücadelede ilk üç halifeye yönelttikleri suçlamalardan ötürü, bu desteği kaybetmiştir…  Şîa’ya göre devlet başkanı sadece İslâm toplumunu yöneten kişi değil, günahsız olmak ve gizli bilgilere sahip bulunmak gibi üstün nitelikleri ve şeriatın bâtınî anlamını açıklamak gibi özel görevleri olan bir kimse, siyasî ve dinî bir liderdir… “Ehl-i sünnet, ilk dört halifenin belirlenmesinde takip edilen usule bakarak sınırlayıcı olmamak üzere iki yol ortaya koymuştur: Seçim, ahd veya istihlâf. İlkinde halifeyi İslâm toplumu veya ehlü’l-hal ve’l-akd denilen belirli niteliklere sahip kimseler, ikincisinde de bazı şartlarla iş başındaki halife seçer. Sonraları buna üçüncü bir yol eklenmiştir ki o da zor kullanarak iktidarı ele geçirenlerin belirli şartlarla meşrû yönetici olarak tanınmasıdır… Şîa: Peygamber nasıl Allah tarafından seçilmişse onun risâlet dışındaki fonksiyonunu devam ettiren imam da Allah tarafından (nasla) seçilir. Şu kadar var ki İmâmiyye ve İsmâiliyye Şîası’nın benimsediği bu tayin usulü Hz. Ali’nin halifeliğinin belirlenmesinde uygulanmamıştır. Onun devlet başkanlığı Medine’de bulunanların rızâsına dayanırVeraset yolu, imâmetin Resûlullah’tan Ali’ye geçmesini sağlayamazdı. Allah’ın resulü öldüğünde amcası Abbas sağdı ve imâmetin ona geçmesi gerekirdi. Nitekim Râvendiyye fırkası, Hz. Peygamber’den sonra meşrû imamın Abbas b. Abdülmuttalib olduğunu ileri sürmüştür. Sonunda Şîa, Hz. Ali’nin bizzat Resûl-i Ekrem tarafından nasb ve tayin edildiğini ileri sürdü…  Tayin usulünde imâmetin Hz. Ali’den başlatılması zaruri olduğundan ilk üç halifenin imâmetini reddetmek gerekmiş, Şîa da tutarlı olabilmek için Hz. Peygamber’den sonra ilk meşrû halifenin Ali olduğunu ileri sürmüştür. Hz. Ali’den başlayıp on ikinci imama kadar gelen bu tayin usulü on ikinci imamın çocuk yaşta ölmesiyle tıkanmıştır. Aslında on ikinci imamın mevcudiyeti de tartışmalıdır … gāib imamın asırlar boyunca görünmemesi, bu süreç içinde İmâmîler’in bir devlet kurma imkânından mahrum kalması… ‘velâyet-i fakīh’ anlayışının doğmasına zemin hazırlamıştır… Endülüs Emevî Devleti’nin kurulması üzerine bazı Sünnî âlimler arada bir deniz bulunması durumunda aynı anda iki halifenin mevcut olabileceğini kabul etmişlerdir… Zeydîler de başlangıçta aynı anda sadece bir imamın mevcut olacağını söylerken III. (IX.) yüzyılda biri Yemen’de, diğeri Taberistan’da iki Zeydî imamın ortaya çıkması karşısında belirli şartlarla iki imamın mümkün olabileceğini kabul etmişlerdir. Her iki tavır, hem Sünnî hem Şiî yönetim teorisinin, siyasî duruma göre yeniden şekillenmesine tipik örnekleridir  ”  … Şîa’nın İsmâiliyye kolu İmâmiyye gibi düşünmekteyse de, diğer kolu olan Zeydiyye, imamın mâsum olduğunu kabul etmez. Zeydiyye’nin imamda aradığı nitelikler, imâmeti Hz. Ali/Fâtıma soyuna hasretmesi dışında, esas itibariyle Sünnîler’in aradığı niteliklerdir (TDV, İA, İmamet). 

Emîrü’l-mü’minîn: Hz. Ebû Bekir’e sahâbîler “halîfetü resûlillâh” (Resûlullah’ın halifesi) demişler, ondan sonra halife olan Hz. Ömer’e ise “halîfetü halîfeti Resûlillâh” (Resûlullah’ın halifesinin halifesi) diye hitap etmişlerdir. Fakat sahâbîler, ileride halife sayısı artacağından bu hitap şeklini ağır buldular. Ebû Mûsâ el-Eş‘arî, Hz. Ömer’e yazdığı bir mektupta kendisine emîrü’l-mü’minîn demiş, sahâbîlerin de Hz. Ömer’e aynı şekilde hitabı üzerine bu unvan yaygınlaşmıştır… Osmanlı da bu unvanı “emîrü’l-mü’minîn, hâdimü’l-Haremeyn” şeklinde kullandı(TDV, İA, Emirul-muminin).

Ehlü’l-hal ve’l-akd:  Halifeyi belirleyen birinci yolun, seçim olduğu konusunda Sünnî, Mu‘tezilî, Hâricî âlimleri ve seçimin Ehl-i beyt arasında yapılması şartıyla, Zeydî âlimleri arasında ittifak vardır. Seçimin bütün ümmet tarafından ya da üç, beş, kırk gibi sınırlı sayıda kişi tarafından olabileceği söylenmiştir. İslâm âlimlerinin çoğunluğu, halifenin ehlü’l-hal ve’l-akd tarafından seçilebileceğini söyler.   Bazı âlimler, ehlü’l-hal ve’l-akd grubuna girmek için ictihad derecesinde ilim gerektiğini savunur ve ehlü’l-hal ve’l-akde, “ehlü’l-ictihâd” adını verirler.  Ancak çağdaş âlimlere göre ehlü’l-hal ve’l-akdin kapsamına;  idareciler, âlimler, kumandanlar, çeşitli sosyal birimlerin başkanları, cemiyet ve şirket müdürleri, parti liderleri, yazarlar ve doktorlar gibi halkın kendilerine güvendiği, işlerinin görülmesi için başvurduğu kimseler girebilir.  Hz. Ebû Bekir’in Benî Sâide toplantısında halife seçilmesi, müctehid olma şartının gerekli olmadığını gösterir. Hz. Ali’nin seçiminde büyük bir cemaatin iştiraki söz konusudur ki, bunların hepsinde ictihad şartının gerçekleştiği söylenemez. “Ümmetim dalâlette birleşmez”(İbn Mâce) hadisine göre, ehlü’l-hal ve’l-akdin sınırlı sayıda seçici yerine, çok sayıda kişiden oluşması İslâmın anlayışına daha uygun düşer. Ehlü’l-hal ve’l-akdin azletme yetkisi de genelde kabul edilmiştir fakat, bu konuda işleyen bir usul olmadığından,  azledilerek değiştirilmiş herhangi bir halife de yoktur(TDV, İA, Ehlü’l-hal ve’l-akd).   

Mâverdî, Halifenin ehlü’l-hal ve’l-akd tarafından seçildiği gibi, aynı şekilde de azledilebileceğini söyler, istişarenin gerekliliğine vurgu yapar ki, mutlakiyetçi bir yaklaşımı benimsemediği anlaşılır(TDV, İA, Siyaset).

Mâverdî, bir kimsenin ehlü’l-hal ve’l-akdden sayılabilmesi için şu üç temel niteliğe sahip olmasını şart koşmaktadır: Bütün gereklerini taşıyan adalet, öngörülen şartlar çerçevesinde devlet başkanlığına lâyık olan kimseyi tesbit etmeye imkân verecek düzeyde bilgi, devlet başkanlığına en uygun ve toplumun yararını gözetme hususunda en dirayetli ve en bilgili kimseyi seçebilecek ölçüde ince düşünce ve derin kavrayış. Fakat bir kimsenin hangi düzeyde adaletli, âlim ve hakîm olduğu ve bunun nasıl belirleneceği sorunu Mâverdî’nin de ilgi alanı dışındadır ”(TDV, İA, Şûrâ).    

Ümmet, imamın dinî esaslara aykırı uygulamaları karşısında, uyarılar yapma ve toplumsal kargaşaya yol açacak ağır sonuçlar doğurmayacaksa, imamı değiştirme yetkisine sahiptir; fakat bunu nasıl gerçekleştireceği belli bir usule bağlanmamıştır (Mâverdî, Gazzâlî)… Yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkiler başta adalet, ehliyet, emanet, biat ve istişare olmak üzere bir dizi temel kavram üzerine kurulmuştur… “İş ehil olmayanlara verildiğinde kıyameti bekle!” anlamındaki hadis (Buhârî) siyasî bağlamda yorumlanmıştır “(TDV, İA, Siyaset).

Şîa’da, mâsum ve toplumun en faziletlisi olduğuna inanılan imamın âdil olmaması zaten söz konusu değildir, bu Ehl-i sünnetde önemlidir… Zalim devlet başkanına karşı direnme hakkının/görevinin bulunup bulunmadığı, üzerinde durulması gereken bir husustur. Bu noktada, böyle bir halifeye mutlaka karşı çıkılmasını ve gerekirse silâh kullanılmasını zaruri gören Hâricîler bir ucu, sadece nasihat edilmesini ve etkili olmadığı takdirde karşı çıkılmayıp sabredilmesini ileri süren Mürcie diğer ucu temsil eder… Şâfiîler, devlet başkanının adaletten ayrılmakla sıfat ve yetkilerini kendiliğinden kaybettiğini söylerken, Hanefîler bunun ancak bir azil işlemiyle mümkün olabileceğini belirtirler. Azlin gerçekleştirilmesi sırasında silâh, fitneye sebep olacağı için kabul edilmemiştir (TDV, İA, İmamet).   

Klasik dönem İslâm amme hukukunda… halifenin o toplumda en bilgili, erdemli, itibarlı ve liyakatli kimse olması gereği ve bunu sağlayacak tedbirler üzerinde ayrıntılı biçimde durulur. Halifenin şûra veya ehlü’l-hal ve’l-akd denilen (ümmetin bilgili, seçkin, toplumda saygınlığı olan temsilcilerinden oluşan) kurulun seçimiyle veya bir nevi genel seçim demek olan halkın biatıyla iş başına gelmesinin önemi vurgulanır. Mevcut halifenin kendi yerine geçecek kişiyi belirlemesinin aday gösterme mi yoksa tayin mi olduğu hususu müslüman amme hukukçuları arasında tartışılmıştır. İslâm hukukçuları her durumda, halktan veya ehlü’l-hal ve’l-akdden biat alınması gereği üzerinde durarak halifenin yetkiyi, veraset ve saltanat usulünden değil, ümmetten aldığı fikrini vurgulamaya çalışırlar. Zorla iş başına gelen ve halkın kendine itaat etmesini sağlayan kimsenin de, Allah’ın hükümlerini çiğnemediği sürece meşrû halife sayıldığı yönünde ifadeler…  kuvvet karşısında suskun kalmayı teşvik olarak değil, ümmeti kargaşaya sürüklemekten çekinme, olarak değerlendirilir ”(TDV, İA, Hilafet). 

Biat: Peygamber döneminde daha çok dinî hükümlere bağlı kalmak ve Resûlullah’a itaat etmek anlamında kullanılan biat, daha sonra, seçilmiş veya bu makama gelmiş devlet başkanına bağlılık sunma anlamında kullanılmıştır.  İslâm hukukçuları biat edenlerin müslüman olma şartını, (Mümtehine 12) âyetine, hürriyet şartını da Hz. Peygamber’in durumunu bilmeden biat aldığı bir köleyi, statüsünü öğrendikten sonra iki köle karşılığında satın alarak âzat etmesi ve bir daha hür olduğunu bilmediği hiç kimseden biat almaması şeklindeki uygulamasına (İbn Mâce, Tirmizî, Nesâî) bağlamaktadırlar. Hz. Hasan, Hüseyin, İbn Abbas, Abdullah b. Ca‘fer ve Abdullah b. Zübeyr’in küçük yaşlarda Resûlullah’a biat etmelerine bakarak, biat için tam ehliyetin şart olmadığı, sadece temyiz gücünün yeterli olduğu söylenmiştir. Biata katılacak kimse sayısı hakkında, bir kişiden herkese varıncaya kadar, görüşler söylenmiştir… Biat halifeye bizzat yapılabileceği gibi, asil adına vekil, topluluk adına mümessil tarafından da yapılabilir. Hz. Peygamber, Bey‘at-ür-rıdvân’da, Hz. Osman’a vekâleten kendi kendine biat almış, ensar kadınlarından biat almak için Hz. Ömer’i temsilci tayin etmiştir. Mekke halifelik ilân eden Abdullah b. Zübeyr de kadınlardan biat alır. İlk defa Haccâc, Halife Abdülmelik b. Mervân adına zorla biat alır, yeminle tasdik ettirir ve yazılı olarak tesbit eder... Veliaht tayini bir aday göstermedir (Senhûrî), başkan olmayı sağlayan asıl unsur biattır. Bu nedenle önceki halifenin veliaht tayin edip biat aldığı kimse, hilâfet makamına geçtikten sonra meşrû bir halife olabilmek için, tekrar biat alma gereğini hissetmiştir… Sahih bir biate vefa, Halife İslâmdan sapmadığı sürece, şarttır.   “… biatından dönen kendi aleyhine dönmüş olur…” (Feth 10) ayeti bunu gösterir(TDV, İA, Biat).

Şûrâ:  Araplarda şûra üyeleri, önde gelen ailelerin temsilcileriydiler. Bunların en tipik örneği Mekke şehir devletidir. Mekke’nin siyasî ve idarî işleri Dârünnedve’den yürütülür, kurula Kureyş boylarının kırk yaşını aşmış başkanları katılırdı.  Şâvir kelimesi geçen âyette (Âl-i İmrân 159), Hz. Peygamber’e iş hususunda müminlerle istişare etmesi emredilir. Cessâs, “Onların işleri aralarında şûra iledir”(Şûrâ 38) ifadesinden hareketle “müslümanların istişare ile emrolundukları ” sonucuna ulaşır. Şûranın, (iman etme, namaz kılma, infakta bulunma ve zulmü engelleme) arasında zikredilmesi ve bu sûreye “Şûrâ” adının verilmesi de şûrâya atfedilen önemi gösterir. Efendimiz önemli her kararı ashabı ile istişare ederdi. Bunlara Bedir, Uhud ve Hendek savaşları, Bey‘atürrıdvân ve Hudeybiye Antlaşması örnek verilebilir. Uhud savaşı öncesi ashabla istişare eden efendimiz, aksi düşüncede olduğu halde, çoğunluğun kararına uymuş, Hudeybiye antlaşması sebebiyle hayal kırıklığı yaşayan sahâbîlerin aksine, eşi Ümmü Seleme ile istişare edip onun tavsiyesine uymuştur. Kur’an’ın cem‘i ve Hz. Ömer’in halife olarak belirlenmesi, Ebû Bekir döneminde istişareyle alınan önemli kararlardır. Hz. Ömer, ashabın ileri gelenlerine Medine’nin uzağına yerleşme izni vermez ki, en önemli sebebi, devlet yönetiminde şûrayı işlevsel kılmaktı. Klasik icmâ teorisinin meydana gelişinde, Hz. Ömer’in şûraya dayalı yönetim anlayışının etkili olduğu muhakkaktır. Hz. Ömer’in kendisinden sonraki halifenin seçimi için oluşturduğu altı kişilik heyet, İslâm tarihinde “ehlü’ş-şûrâ / ashâbü’ş-şûrâ” diye anılmıştır. Hz. Osman’ın şehadeti üzerine, hilâfeti kabule zorlanan Hz. Ali, bu işin şûranın görevi olduğunu söylemesine rağmen, çok daha kötü olayları önlemek için, mecburen görevi kabul eder.  Abdullah b. Zübeyr, Hicaz’da ayrı bir halifelik ilân ettiğinde, hilâfeti şûra esasına döndürmeyi vaad ediyordu. Ömer b. Abdülazîz ise şûrada, sadece ulemâ ve fukahayı tutuyordu. Endülüs Emevîleri’nde bir tür kazâî şûra gelişmişti. Hafsî sultanları devlet işlerinde şeyhülâzamın başkanlık ettiği, din âlimleri ve devlet adamları arasından seçilen on şeyhten oluşan ve “tabakātü’l-aşere” adı verilen bir şûraya danışırdı. Türkler, danışma geleneklerini, İslâm ile kaynaştırarak devam ettirmişlerdir. Şûraya “kengeş” derlerdi(Kâşgarlı Mahmud). Moğollar, büyük hanı kurultayda seçerlerdi. Büyük Selçuklu ’da, Dîvân-ı A‘lâ denilen büyük divan ve önemli kararların alındığı meşveret meclisleri vardı. Osman Gazi, Oğuz geleneği olarak Türk beylerinin katıldığı kurultayda, meşveret sonucunda iktidara geldi. Fâtih döneminde, Dâr-ı Şûrâ-yı Askerî ve Dâr-ı Şûrâ-yı Bâbıâlî…  gibi meclisler vardı. Önemli devlet meseleleri, çeşitli askerî, mülkî erkânın ve ulemânın katıldığı meclis-i meşveretlerde çözülürdü. Daha sonra kanun ve nizamnâme yanında, idarî yargı görevi de yapan Şûrâ-yı Devlet kurulmuştur.  19.yüzyılda savaş ilânı gibi fevkalâde hallerde, devlet ileri gelenleriyle ulemânın katıldığı, padişahın huzurunda yapılan toplantılara Şûrâ-yı Saltanat denmiştir. Ehl-i sünnet, müctehid sayılmayan bir kimsenin devlet başkanı seçilebileceğini kabul eder, ancak onun, şer‘î meselelerin hükümlerini danışacağı müctehid bir kimseyi yanında bulundurmasını şart koşar (Şehristânî, İbnü’l-Hümâm) … İbn Atıyye el-Endelüsî, şûra yöntemini terkeden yöneticinin, azledilmesi gerektiğini ve bu hususta bir ihtilâfın bulunmadığını söyler. Peygamber vahiyle bildirilen şer‘î hükümlere dair, ashabı ile istişare etmezdi. Hükmü nasla bildirilmemiş meselelerden hangilerinin şûraya konu olabileceği hususunda özellikle, “İş hususunda onlarla istişare et!” (Âl-i İmrân 159) âyetinde geçen “emr”(iş) kelimesi yorumlanarak farklı görüşler ortaya konmuştur. İstişare,  dinî bir hükmü öğrenmek için yapılıyorsa danışılan kişinin âlim, âdil, dindar ve güvenilir olması, dünyevî meselelerle ilgiliyse danışılan kişinin muhakemesi sağlam, bilgili, tecrübeli, dindar ve danışılan meseleyle ilgili çıkarı bulunmayan, biri olması gerekir. Hz. Peygamber bu konuda tek bir yöntem izlememiş, bazen mescidde hazır olan ashapla, bazen de ashabın önde gelenleriyle istişare etmiştir. Kadınların ve gayri müslim vatandaşların şûra üyesi olup olamayacağı tartışmalıdır. Şûra kararı ittifakla alınmış olsa bile,  devlet başkanını bağlayıcı değildir. “"” Zira istişareyi emreden âyetin devamında, “Kesin karar verdiğinde artık Allah’a tevekkül et!” buyurularak (Âl-i İmrân 159), Hz. Peygamber’e şûrada ortaya çıkan fikirlerden uygun gördüğünü alıp kararını verme yetkisinin bulunduğu bildirilmekte ve istişare ettiği kimselerin fikirlerine ister uygun isterse aykırı düşsün, kendi düşüncesinde ağırlık kazanan görüş doğrultusunda davranması istenmektedir. Bu yaklaşım tarihsel uygulama ile de paralellik göstermektedir ““” (TDV, İA, Şûrâ).

Meclis-i-Meşveret:  İstişare edilen yer, yani Şûrâ demektir. Çeşitli kesimlerden ilgili kimselerin bir araya gelmesiyle oluşan ve Osmanlının 19.yüzyıl öncesi danışma meclislerinin adıydı. Az sayıda üst düzey yönetici katılan meclise Meclis-i Hâssü’l-hâs, az daha genişine Meclis-i Hâs, geniş katılımlısına Meşveret-i Âmme, çok geniş bir mutabakatla olanına Meclis-i Umûmî denirdi.   III. Selim’in topladığı meclise 200’den fazla kişi katılmıştı... Meşveret sünnetdir, ancak katılımcıların tedbir sahibi olmaları gerekir. Sadrazamın uyarmasına rağmen, mecliste müzakere edilen birçok devlet sırrı, kısa bir sürede, yabancı elçilerinin kulağına ulaşmaktaydı (TDV, İA, Meclis-i Meşveret).

Şûrâ-yı Devlet: Şûrâ-yı Devlet’in açılışı, 1868’de Sadrazam Âlî Paşa’nın, Bâbıâli’de padişah nutkunu okuduğu bir merasimle yapıldı… Şûrâ-yı Devlet’in kurulmasındaki amaç yargı, yasama ve yürütmenin birbirinden ayrılmasıydı. Şûrâ-yı Devlet beş daire olarak teşkilâtlandırıldı:  Mülkiye Dairesi (harbiye, güvenlik ve mülkiyeye dair konular), Maliye ve Evkaf Dairesi(devlet gelirleri, vakıfların idaresine dair kanun ve nizamlar), Adliye Dairesi(olağan adlî işler, mahkemelerin nizam ve kanunları, temyizi konusunda ortaya çıkacak ihtilâfları çözmek) Nâfia, Ticaret ve Ziraat Dairesi(bayındırlık hizmetlerinin tanzimi, ticaret ve tarıma ait sözleşmeleri; Maarif Dairesi(eğitimin yaygınlaştırılması mektep ve medreselere ait konular). Her dairenin üyeleri beş ile on kişi arasındaydı. İlk Şûrâ meclisinin kırk bir üyesinden on dördü gayri müslimdi. Şûra-yı Devlet, hazırladığı yasa ve tüzüklerin icrasına karışmaz, uygulamada gördüğü aksaklıkları bildirirdi. Şûrâ-yı Devlet’te hazırlanan kanunlar, önce Meclis-i Meb‘ûsan’da, ardından Meclis-i A‘yân’da kabul edilir, sonra irade için padişaha sunulurdu. Şûrâ-yı Devlet, II. Meşrutiyet’ten sonra dörte bölündü, 1938’de Devlet Şûrası’na ve 1940’larda Danıştay’a dönüştürüldü(TDV, İA, Şûrâ-yı Devlet).

 

Yorum Ekle
Adınız :
Başlık :
Yorumunuz :

Dikkat! Suç teşkiledecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

sanalbasin.com üyesidir

ANA HABER GAZETE
www.anahaberyorum.com
İşin Doğrusu Burada...
İLETİŞİM BİLGİLERİMİZ
BAĞLANTILAR
KISAYOLLAR
anahaberyorum@hotmail.com
0312 230 56 17
0312 230 56 18
Strazburg Caddesi No:44/10 Sıhhiye/Çankaya/ANKARA
Anadolu Eğitim Kültür ve Bilim Vakfı
Anadolu Ay Yayınları
Ayizi Dergisi
Aliya İzzetbegoviç'i
Tanıma ve Tanıtma Etkinlikleri
Ana Sayfa
Yazarlarımız
İletişim
Künye
Web TV
Fotoğraf Galerisi
© 2022    www.anahaberyorum.com          Tasarım ve Programlama: Dr.Murat Kaya