Sabahın taze ışıkları, ruhumuzu coşku ve merakla doldururken Ahlat’a doğru yolculuğumuza başladık… Bir rüya gerçek oluyordu… Her döneme ait bir hikâye anlatan bu eski topraklara Abdurrahman Gazi Türbesi’nin kapısından girdik. Bu türbe, geçmişin sırlı kapılarını aralamamıza yardımcı oldu.
Abdurrahman Gazi, tarihin tozlu sayfalarında kayıp gitmiş bir kahraman gibi dururken, bu topraklarda Hz. Ömer zamanında hayatın kaynağı olan İyaz bin Ganem komutasındaki el-Cezire’nin parlayan yıldızıydı. Bu toprakların hikâyesi, sanki tarihin derinliklerinden yükselen eski bir destanın notaları gibiydi. Muaz bin Cebel’in soyundan gelen bu kahraman, Arap ordularının Ahlat’ı fethi sırasında şehit olmuştu. İşte bu topraklar, sanki kahramanların ruhlarıyla işlenmiş bir tabloydu; her köşesi, tarihin nefes aldığı ve bize de nefes aldırdığı bir eser gibi duruyordu.
Emir Bayındır Camisi ve Kümbet’inin göz kamaştıran bir mimarisi vardı. İslâm’ın estetik anlayışı, burada zirveye ulaşıyordu. Hem minaresi, hem kümbeti, İslam’ın incelikleriyle işlenmiş bir dua gibi yükseliyordu.
“Harabe Şehir”e ayak bastığımda, bu adının tam anlamıyla haklılığını gördüm. Harabe Şehir, adeta bir zaman makinesiydi. İnsanı geçmişin derinliklerine çeken, tarihin görkemli resmini sunan bir yerdi. Mağara evlerinin derinliklerine indiğimizde, geçmişin sessiz sırlarını keşfetmeye başladık.
Yolculuğumuz boyunca yanımda olan Muharrem Kartancı Hocamız’ın oğlu Efe, sadece bir yol arkadaşı değil, aynı zamanda bu serüvenin büyülü haritasını çizen bir hayal gücü ile her anı özel kılan bir dosttu.
Birlikte geçirdiğimiz zaman, sadece haritaları çizmekle kalmayıp, dostluğumuzun da bir haritasını çıkarmamıza yardımcı oldu. Bu gezi yaşın ve deneyimin ne kadar önemli olduğunu değil, kalbin ve ruhun ne kadar büyük olduğunu gösterdi. Mağaralardan şelaleye doğru inerken bir mescit ve çeşmeye denk geldik. Su, çeşmeden dudaklarımıza değdiğinde, sanki hayatın kendisi damarlarımıza doluyor gibiydi. O lezzet,