2009… Ümmü Gülsüm Otelinin kapısında bizi bekleyen şoförümüz Muhammet’le sımsıcak selamlaşıyoruz. Yüzüne bakıyorum. “Dürüst ve İslam” işte. Kaynaşmamız on dakikamızı almıyor. Çekim programımızı gösteriyoruz. “Külli tamam” deyip basıyor gaza. O kaotiğin kaotiği Kahire trafiğinde ya Ümmü Gülsüm yahut Kur’an radyosu açık halde akıyoruz. Her seferinde Nil’e ve kalabalığa yakalanarak bir büyünün içinde seyahat ediyoruz.
Ezan okunur okunmaz sağa çekiyor Muhammet. Minibüsün arkasından kartonları indirip seriyor. Namazları kılıp devam ediyoruz. İlk gün Muhammet’e, o zayıf Arapçamla soruyorum: “Muhammed, hel ente min İhvan?” Muhammet duymazdan geliyor soruyu. Fakat yüzündeki bulutlanmayı anlayabiliyorum. Üçüncü günün sonunda, bizi havalimanına bırakırken şöyle diyor: “Ahi ene min İhvan.”
2008… Neredeyse bütün eski şehri yürüyerek dolaşıp çekmemiz gerekiyor iki gün boyunca. Bu yoruculuğu biraz azaltmak için el arabası benzeri bir şeyle çekim malzemelerimizi taşıyacak birine bakınıyoruz. Muhammet çıkıyor karşımıza. Bir taraftan Fransız Dili okuyor, diğer taraftan İslami eğitim alıyor, diğer taraftan da ailesini geçindirmek zorunda. “Halep avcumun içi abi, haydi Bismillah” diyor. Yüzüne bakıyorum. “Dürüst ve İslam” işte.
İkinci günün sonunda anlaştığımız bedelin üç-dört katını vermek istiyoruz Muhammet’e. Çünkü sadece yüklerimizi taşımadı, her işimizi fazlasıyla halletti. Kabul etmiyor uzun süre. Sonunda “çocuklarına oyuncak alırsın işte” deyince mahcubiyetle gülümsüyor. O akşam kahve içerken soruyorum: “Suriye’de işler yolunda mı?” Muhammet, olağanüstü gerginlikle fısıldıyor: “Hayır abi. Ama siz geliyorsunuz. İnşallah yolunda olur.”