Geçtiğimiz haftalarda sosyal medyada Yavuz Sultan Selim Han ile ilgili, tarihi olmaktan çok politik kaygılarla yürütülen bir tartışma epey gündemde kaldı...
Tarihçi olmamakla birlikte bendeniz de belli yaşın üstündeki herkes gibi tarihle ilgilenirim, okumayı severim. Bir edebiyatçı olarak da tarihi, toplumlara ilham veren büyük bir geleneğin, hatta medeniyetin bir parçası, formu olarak görür, okur ve değer veririm... Tarih, elbette politik bir okumaya tabi tutulabilir, ne ki bu takdirde, gerçekler değil algılar ve algı mühendislikleri girer devreye... Bu yüzden tarihi, anlık reflekslerimiz üzerinden değil de geniş bir medeniyetler atlası içinde okursak şayet bütüncül bir anlam kazanacağını düşünürüm. Böyle düşünmeyi biraz da Braudel'den, Mirca Eliade'dan kapmış olabilirim. Onların tarihe ve insana bakışı medeniyetleri veya gelenekleri kof şekilde çarpıştırmak değil, zamanlar arasından süzülerek gelen bütünlüğü kavrayabilmeye yöneliktir çünkü...
Anadolu coğrafyasında elbette pek çok savaş, çarpışma, çatışma yaşanagelmiştir. Lakin en uzun süreli olarak bu topraklarda hüküm sürmüş Osmanlı Devleti, devlet yönetimi adına -her ne kadar bazı kısımları sentez de olsa- adeta başlı başına bir paradigma kurmuştur. Adı üzerinde imparatorluklar, cihanşumüldür, yani dünyanın küçük bir özetidir onların yapısı. Ulus devletler gibi opak değildir imparatorluklar, gözeneklidir, heterojendir, çoğulcu bir yapıya, çoklu etnisiteye dayalıdırlar. Bu bin bir farklı desen, ses, dil ve kültürü muhteşem bir harmoniyle yönetebildiği için de Osmanlı, en uzun soluklu imparatorluklardan olmuştur...
İstanbul hayranı seyyah Leydi Montegü, İstanbul'u ve hassaten Beyoğlu'nu (Pera'yı) Babil Kulesi'ne benzetir, Türkçe'den, Fransızca, Arapça, Kürtçe, İtalyanca, Almanca, Boşnakça, Arnavutça, Rumca kadar pek çok dilin bir arada konuşulduğu ve herkesin birbirini anladığı, hayatına saygı gösterdiği garip bir şehir tecrübesidir onun için Müslüman İstanbul...