Kemalizm, birinci dünya savaşında aldığı ağır hezimetten sonra derin bir ruhsal hezimet sürecine giren Türkiye'nin, düvel-i muazzamanın (Batı Medeniyetinin) hışmından korunmak için can havliyle bulduğu bir sığınaktı. Batının hışmını iki şey çekebilirdi, İslam ve ülke içinde birden fazla milletin varlığı. Batının İslamî görüntüye tahammül edemediği malumdu. Birden fazla milletin varlığı da Batıya ülkenin içine müdahale edip ülkeyi bölme riskini barındırıyordu. Bu yüzden Müslümanlık ve Kürtlüğün gözden kaçırılması gerekiyordu. Vitrinlere, mesela İstanbul, Ankara, İzmir gibi şehirlere özgün halleriyle çıkmaları maazallah Batının hışmını çekebilirdi. Laiklik aracılığıyla Müslümanlıktan uzaklaştıkları, Kürt kimliğinin ve Kürtçenin yasaklanmasıyla da ülkede sadece Türk ırkından insanların yaşadığı mesajı verilmek isteniyordu. Kuşkusuz bu, en azından ilk başlarda geçici ve belki de toparlanma sürecine kadar başvurulan bir önlemdi. Ama tek parti yönetimi, Kemalizmi, yeryüzüne indirilmiş son din gibi benimsedi ve yukarıda sözünü ettiğim dindarları ve Kürtleri kırsala, bozkırlara öteledi. Vitrinde o halleriyle görünmeye çalışanlara da en ağır eziyetleri yaptı. İdam etti, hapse attı, sürgünlere gönderdi. Vitrinde görünmek için dindarlar dini görüntülerden, mesela tespihten, şalvardan, takkeden, namazdan, niyazdan, Kürtler ise farklı olduklarını gösteren dillerinden soyutlanmalıydılar. Böylece en az seksen sene insanlar tabiatlarıyla, fıtratlarıyla, tarih ve kültürleriyle, özgün kimlikleriyle bağdaşmayan bu insanlık dışı cenderede yaşamak zorunda kaldılar.