Türkiye, hem İsrail hem de İran ile ilişkileri bulunan nadir ülkelerden biridir. Bu konum, Türkiye'ye taraflar nezdinde konuşup dinlenebilen bir kanal olmak gibi eşsiz bir diplomatik avantaj sağlamaktadır. Dolayısıyla Türkiye hem İslam dünyasının sesi olarak hukuksuz güç kullanımını kınayabilmiş, hem de taraflarla konuşabilen bir arabulucu olarak öne çıkmıştır.

Orta Doğu siyasetinin son yarım yüzyılı, İsrail ile İran arasındaki ideolojik ve jeopolitik rekabetin gölgesinde seyretmektedir. Bu rekabet özellikle 1979 İslam Devrimi sonrasında sert bir düşmanlığa evrilmiş; her iki taraf da karşı tarafın varlığını kendisi için varoluşsal bir tehdit olarak görmeye başlamıştır. Ancak bu düşmanlık iki tarafı da yıkıcı bir etkiye sahip değildir, bilakis iki ülke de fundamentalist ideolojisini, politikasını ve söylemlerini meşrulaştırmak için bu "Siyam ikizi düşmanlığını" kullanmaktadır. Bir diğer deyişle; İran ve İsrail'in fundamentalist ideolojileri adeta siyam ikizi gibidir; birbirlerine düşman görünseler de, varlıklarını ve meşruiyetlerini karşı tarafın varlığına borçludur.
İran ve İsrail fundamentalizminin diyalektik ilişkisi
İran ve İsrail fundamentalizmleri, yüzeyde birbirine düşman iki zıt ideolojik kutup gibi görünse de aslında karşılıklı olarak birbirlerini besleyen diyalektik bir ilişki içindedir. İran'daki Şii fundamentalizmi, İsrail'in varlığını gayrimeşru ilan ederek hem içeride rejimi konsolide etmekte hem de bölgede Şii nüfuzu artırmak için bu söylemi kullanmaktadır. Öte yandan İsrail'deki dinî-milliyetçi fundamentalizm, İran'ı irrasyonel ve nükleer tehdit olarak tanımlayarak güvenlikçi politikalarını meşrulaştırmakta ve uluslararası desteği mobilize etmektedir. Bu karşılıklı düşmanlık söylemi, her iki taraf için de vazgeçilmez bir ideolojik meşruiyet kaynağına dönüşmüştür. İran rejimi "İsrail'e direnen tek güç" iddiasıyla Arap coğrafyasında itibar kazanmaya çalışırken, İsrail de İran tehdidini öne çıkararak kendini "tek istikrarlı demokrasi" olarak sunmaktadır.