Selimiye Camii'ni ilk gördüğümde küçüktüm ve "Gözlerim yetmiyor bu camiye" demiştim...
Minarelerinin bulutlara değdiği, o geniş gep-geniş mükellef kubbesiyle neredeyse dünyayı saracak gibi duran bir camiiydi. Bildiğimiz camilerden başka, bambaşka bir şeydi, çünkü aynı zamanda uçuyor gibiydi. Dağ gibi, bulut gibi bir camiydi...
Yaşım büyüdükçe, muhacirlik kaderini paylaşan ve yükünü çeken bir cami olarak düşündüm Selimiye Camii'ni. Çünkü Selimiye Cami, Anadolu'nun Rumeli'deki sırtı olarak, kudretli yapısıyla Yıldız Dağları'nın bir parçasıydı... Osmanlı mimari dehasının Anadolu'daki en güçlü mührüydü. Mimar Sinan'ın "ustalık eserimdir" dediği bu eserde, Selanik'in, Üsküp'ün, tüm Rumeli'nin, Saray Bosna'nın hüzünlü mirası saklıdır. Selimiye, "hele şükür ki kalmış" olandır, yitirilmemiş olandır, yıkılmamış, yakılmamış olandır, büyük bozgunlardan sonra halen ayakta kalarak, bir milletin verdiği aziz mücadeleyi, dünden bugünlere ve yarınlara taşıyacak olan kutsal işarettir. Selimiye Camii, düşman tarafından kırılamamış irademizin resmidir.
Selimiye, İslam aleminin Kıble'sine bakar. Sonsuzluk hissiyle adeta bir denizi andıran cemaat mahalline adım attığımız anda, Kabe-i Şerif derhal karşımızda belirir. Selimiye'nin hizası, Hz. Peygamberimizin (sav) hizasıdır. Biz onu sadece zevk dünyamızla sevmeyiz, biz onu ruhumuzla, bize bağışladığı aidiyet hissiyle, tüm kulluğumuzla, bize düşündürdüğü Mekke-i Mükereme ile Medine-i Münevvere ile severiz. Biz onun kubbesi altında millet oluruz. Selimiye, Peygamberimizi özleyerek ağladığımız, dünya gurbetine, muhacirlik sınavımıza bakıp, kalbimiz sızlayarak eridiğimiz bir camidir. Allah onu kıyamet gününe kadar, istikameti olan Kıble'den ayırmasın, cemaatini korusun, mü'minlerini, muvahhidlerini muhafaza buyursun...