Bir arkadaşım, sohbet sırasında abisine “İmam-ı Gazalî” nin bir kitabını vererek okumasını istediğini, abisinin de o kitabı okuduktan sonra kendisine verirken “Gaz Ali’nin kitabını okudum” dediğini anlatmıştı. O anda çok şaşırmış ve hayretler içinde kalmıştım. Şaşkınlığım Gazâlî’nin, “Gaz Ali” oluvermesiydi. Bu durum, algılama ve anlama seviyemizi gösteren bir örnekti. Her ne kadar Abide Çalıştay Raporunda yer alan “Türkçe’de öğrencilerin yüzde 66,1’i orta düzey ve altında bu öğrenciler, deyimleri, atasözlerini, hiciv ve nüktelerdeki mesajları anlayamıyor. Neden-sonuç ilişkisi kuramıyor”[1] tespiti, bu kanaatimi doğrular nitelikte olsa da, yine de okuyan bir insanın meşhur bir şahsiyetin ismini, bu kadar yanlış anlayacağını tahmin etmemiştim. Okumayan bir toplumduk, ama okuduğunu anlamayan bir toplum olmaya başlamamızı görmek de tasvip edilecek bir durum değildi, hatta hüzün vericiydi.
Gerçi okuduğunu anlamama sadece bize özgü bir durum da değil, başka milletlerde de okuduğunu anlamayan insanlar mevcut. Mesela bir İngiliz ailesi yaz tatillerini geçirmek üzere Almanya’ya gider. Bir gezinti sırasında çok güzel bir kır evinde kalırlar ve gelecek yıl tatillerini de böyle bir evde geçirmek isterler. Evin bir papaza ait olduğunu öğrenirler ve içini de gördükten sonra hemen gelecek yıl için anlaşma imzalarlar. İngiltere’ye döndükten sonra evin hanımı birden, ziyaretleri sırasında WC’ ye (tuvalete) rastlamadıklarını hatırlar. Merakını yenmek için papaza bir mektup yazar:
“Sayın bayım, Ben sizin evinizi kiralayan bayanım. WC’ nin nerede bulunduğunu acaba bana yazabilir misiniz? Saygılarımla…” Mektubu alan papaz, WC’nin ne anlama geldiğini anlayamamış, Almanya’daki Anglican Kilisesi’nin “White Chapel” sözcüğünün baş harfleri olduğunu sanmıştır. Ayrıntılı bir mektupla cevap verir: