Kur’an kıssalarını tefekkür ve tedebbür edenler, bu kıssalarda çok önemli ve değerli bilgilerin ve mesajların olduğunu görürler. Hz.Adem’in iki oğlunun kıssası, insanoğlunun menfaati ve hasedi için neler yapabileceğini gösteren ilk örnektir. Bozulan düzeni yeniden kurmak, zihinlere yerleşen şirkten ve kötü düşüncelerden inanları arındırmak için zaman zaman gönderilen Peygamberlere karşı yürütülen mücadelelerin temelinde de çoğu zaman çıkar ve kaybetme korkusunun bulunduğu görülür. Nitekim Mekkeli zenginlerinin ve yöneticilerinin, Hz. Peygamberle olan mücadelesinin temelinde de Muaviye ve oğlu Yezid’in yaptığı mücadelenin temelinde de bireysel çıkarların olmadığını kim söyleyebilir? Sıffin Savaşında mızrakların ucuna Kur’an sahifelerinin takılması; Kerbela’da Hz. Hüseyin ve mahiyetindekilerin şehit edilmesi, meşhur Harre hadisesi ve bu olayda üç gün Medine’nin yağmalanması ve kadınlarla cinsel ilişkide bulunulmasına izin verilmesi, başka ne ile izah edilebilir? Zira Harre olayında “Klasik kaynakların bir kısmına göre şehir üç gün mubah kılınmış, insanların canlarına ve mallarına kastedilmiş, tecavüzler sonucunda doğan çocuklara da “evlâdü’l-Harre” denilmiştir.” [1] Böyle bir uygulamanın dinî olduğu asla söylenemez. Zira ne Kur’an’da ne de sünnette böyle bir uygulamaya referans olabilecek bir bilgi, asla söz konusu değildir. Hz. Peygamber, Mekke’yi fethettiğinde böyle bir uygulama yapmamıştır.
Kardeş katline cevaz veren Fatih Kanunnamesinde “Ve her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizâm-ı âlem içün katletmek münâsibdir. Ekseri ulemâ dahi tecviz etmiştir. Anınla âmil olalar.” Denilmektedir. Kanunnamede yer alan “nizâm-ı âlem içün” ifadesi, bu kanunun gerekçesini açıklarken; “ekseri ulemâ” ifadesinin mefhumu muhalefetinden de bazı alimlerin bu kanunnameyi tecviz etmedikleri, anlaşılmaktadır. Zira böyle bir hüküm , ne Kur’an’la ne de sünnetle örtüşmektedir. Nitekim hiç bir Şeyhülislamın bu konuda bir fetvası bulunmamaktadır. Kanunnamedeki bu hükmün fetvasını, Fatih’ten(ö.1481) yaklaşık iki asır sonra Rumeli Kazaskeri Beyâzîzâde Ahmet Efendi (ö.1687) tarafından verildiği nakledilmektedir.
Bu olaylardan her biri, tarihte yaşanan ve bilinen kötü örneklerden bazılarıdır. Bununla beraber tarihin her döneminde günah ve suç işlememek için gayret gösteren, örnek davranışlar sergileyen, günahlardan mümkün olduğunca kaçınan ve takvalı bir hayat yaşamaya çalışan Müslümanların mevcudiyeti yanında; günah işleyen ve işlediği günahların kaygısını taşımayan, kul hakkı yiyen, günümüzde olduğu gibi tabiî afetleri fırsat bilip fahiş fiyatla mal satan; deprem ve sel gibi tabiî afetlerle hiçbir ilgisi olmayan bölgelerde bile fiyat artışları yapan bazı, kişilerin mevcudiyeti de söz konudur. Bu da ahlâkî bir çürümeyi ifade etmektedir.
Bu çürümeyi gören kimi insanların, “mal bulmuş Mağribî” gibi bu ahlak yoksunu Müslümanlar üzerinden İslâm’a saldırmaları ve bu çürümüşlük örnekleriyle İslâm’ı özdeşleştimeye çalıştıkları ve İslâm hakkında olumsuz algı oluşturma çabası içinde oldukları da oldukça dikkat çekicidir. Şunu unutmamak gerekir ki İslâm bir dinin adıdır ve insanlara inanmayı, ahlakı ve kulluğu emretmekte ve önerdiği ilke ve kurallara göre yaşamalarını istemektedir. Bu ilke ve kuralları benimseyip benimsememeyi de insan iradesine havale etmiş bulunmaktadır. İnsan, şayet İslâm’ı ve kuralları yaşamıyorsa bunun sorumluluğu insana aittir, daha açık bir ifade ile o insanın iradesizliği ve sorumluluk bilincinden yoksunluğu ile doğrudan alâkalıdır.
Doktorluk, insan sağlığı ile ilgilenen önemli ve değerli bir meslektir. Bir taraftan koruyucu hekimlik kuralları ile insan sağlığını korumayı amaçlarken, diğer taraftan da sağlığını kaybeden insanları tedavi etmekle meşguldür. Koruyucu tıp, öncelikle insanlardan koyduğu kurallara uymalarını ister, dolayısıyla bazı insanların bu kurallara gereği gibi uymamaları ve bunun sonuncunda hasta olmaları tıbbın suçu değil, önerilen tavsiyeleri uygulamayan insanların suçudur. Bu meslek mensuplarından çoğu, ettiği yemine sadık kalarak görevlerini hakkıyla icra ederken, maalesef sayıları az olsa da bazılarının yeminlerine sadık kalmayarak sırf para hırsıyla yeni doğan çocukları öldürdükleri veya organ kaçakçılığı yaptıkları da görülmektedir. Bu bir suçtur, ama bu doktorluk mesleğinin bir suçu değildir. Az sayıdaki bu doktorların, hatalarından dolayı, doktorluk mesleğini suçlamak, nasıl yanlış bir düşünce ise bazı Müslümanların olumsuz tutum ve davranışlarından dolayı da İslâm’ın suçlanması yanlış bir düşüncedir, ya da art niyetin bir sonucudur. Daha açık bir ifade ile böyle bir düşünce ve zihniyet, “üzüm yemek yeme yerine bağcıyı dövme” amacını taşımaktadır. İnsanı inanmaya dahi zorlamayan ve bu nedenle “ dileyen inansın, dileyen inanmasın” [2] diyen ve inanıp inanmamayı insan iradesine bırakan bir din, müntesipleri tarafından gereği gibi yaşanmıyorsa, bu o dinin suçu değildir.
Ne demek istediğimi sanırım şu anım daha iyi anlatacaktır:
Yıl 1971. Ordu Merkez Orta Okulu’ndaki görevime başlayalı neredeyse bir ay olmuştu. Kız Enstitüsünden bir bayan öğretmenin başkanlığında bir spor takımı Ankara’ya gitmiş, dönüşte trafik kazası olmuş ve bir öğrenci de ölmüştü. Bu bayan hoca kendisini bu kazadan sorumlu tutmuş ya da söylendiği gibi ölen öğrencinin ailesi tarafından suçlanmış, o da bu suçlamalara dayanamayarak intihar etmişti. Öğretmenin cenazesi Orta Cami’de kılınacaktı. O gün okul tatil edilmişti. Ben namaza yakın Orta Cami’ye vardım ama abdestim yoktu. Aralık ayının 25. Günü idi ve hava çok soğuktu. Aralıklarla sulu kar yağıyordu. İçimden okula gidip abdest alıp geleyim, diye geçirdim ve okula gittim. O zamana kadar okulda abdest almıyordum. Abdesti Orta Cami’de alıyor ve namazımı da orada kılıyordum. Okula varınca birinci kattaki öğretmenler tuvaletine girdim ve abdest almaya başladım. İçeriye benden sonra iki kişi daha girdi, benim abdest aldığımı görünce ters ters bana baktılar, ihtiyaçlarını giderdikten sonra da çıkıp gittiler.
Ben de abdestimi aldım ve ısınmak için müdür baş muavinin odasına girdim. Sadece orada soba yanıyordu. Ben kapıyı açıp içeri girerken arkamdan fen bilgisi hocasının geldiğini gördüm ve bu nedenle de kapıyı kapatmadım. Bunun üzerine o iki kişiden biri “Din dersi hocası olacakmış, bir kapıyı kapamasını dahi bilmiyor.” dedi. Tam o sırada fen bilgisi hocası da içeri girmişti. Baş muavin, bunun üzerine söze karışarak “Hocanın geldiğini görünce kapatmamış.” diyerek benim adıma ona cevap vermiş oldu.
Canım çok sıkılmıştı ve hiçbir şey demeden oradan ayrıldım. Canımın sıkıntısı onların bu sözüne değildi. Varsa bir kusur, o benim kusurumdu. Benim kusurumdan dolayı, din dersi hocasının suçlanmasıydı. Orta Cami’de namazı kıldıktan sonra tekrar okula döndüm. Şayet orada iseler onlara cevap verecektim. Tam da beklediğim gibi ikisi de oradaydı. Öğretmenden söz ederek onu sevdiklerini söylüyorlardı. Ben de “Mademki seviyordunuz niye sevdiğiniz kişinin cenaze namazında bulunmadınız?” dedim. Böylece söze karışmış oldum. Konuşmalarımız zaman zaman diyalog şeklinde geçse de çoğu kere sert bir üslupla devam etmişti. Baş muavin ise ortalığı yatıştıracak sözler söylüyordu. Sonradan öğrendim ki o iki kişiden biri Dev Genç’le irtibatı olduğu söylenen meşhur bir solcuymuş. Odadan çıktıktan sonra kendi kendime “Celal çok ama çok dikkat etmelisin. Kendi hatan yüzünden inandığın dine zarar verme. Görüyorsun ya elin oğlu, bir kapıyı kapatmadın diye seni bir birey olarak eleştireceğine din dersi hocası olduğun için eleştiriyor. Eleştirisini din üzerinden yapıyor. Bu da sana bir ders olsun.” demiştim. [3]
[1] Mustafa Sabri Küçükaşcı, Harre Savaşı, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1997, 16/245-247.
[3] Celal Kırca, Bir Nesle Mensubiyetin Hikayesi, İstanbul 2018, s.208-209.