Atomik/parçacı değil de bütüncül bakış açısı ve sistematik bir düşünce ile Kur’an’ı anlamaya çalıştığımızda, onda İslâmî hayat için öngörülen kuralların, barışta ve savaşta olmak üzere iki farklı alana yönelik olduğu, fakat bu kurallardan önemli bir bölümünün hem barışta, hem de savaşta; bazılarının ise sadece savaşta uygulanmasına izin verildiği görülüyor. Bundaki amacında insan hayatını, malını, neslini, aklını ve dinini korumak olduğu anlaşılıyor.
Nitekim “Bir insanın diğer bir insanı öldürmesinin çok kötü bir iş olmasından dolayı Biz İsrailoğullarına şöyle emrettik: “Kim bir insanı, öldürülen bir kimseye karşılık olmaksızın ya da yeryüzünde bir bozgunculuğu önlemek maksadı dışında öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir insanın hayatını korur ve kurtarırsa bütün insanlara hayat vermiş gibi olur.” Elçilerimiz onlara (zulmün, isyan etmenin ve insan öldürmenin kötülüğü hakkında) pek çok delil getirdiler. Fakat onların çoğu bundan sonra da yeryüzünde taşkınlık etmeye, insan öldürmeye devam etmiştir”[1] ayetinin, insan hayatını korumaya yönelik olduğu ve bunu hedeflediği biliniyor.
Bu sözü ile “Yüce Allah, gerek İslâm’da gerekse İslâm’dan önceki ilâhî dinlerde insan hayatının kutsal olduğunu bildirmiş, bu sebeple bir canı korumayı bütün insanlığı korumak kadar üstün bir fazilet saymış; bir cana kıymayı da bütün insanları öldürmek kadar büyük bir cinayet olarak değerlendirmiştir. Çünkü bir insan, türünü temsil eder ve insanlar birbirine eşittir. Bir insanın haksız yere öldürülmesi toplumda öldürme olaylarının yayılmasına, insanların birbirine düşmesine ve toplum düzeninin bozulmasına yol açar. Hukukî bir gerekçe bulunmaksızın bir başkasının canına kıyan kimse, yalnızca o kişiye haksızlık etmiş olmaz, aynı zamanda insan hayatının kutsallığına inanmadığını ve başkalarına karşı hiçbir merhamet duygusu taşımadığını da göstermiş olur.”[2]
Ayetin bu hükmü, barış ortamında geçerlidir, savaş ortamında değil. Zira savaş ortamında öldürme ve ölme harbin tabiî bir sonucudur. Bu nedenle barışta hiçbir kimse, bir başkasını asla öldüremez, öldürenler de hukukun bir gereği olarak devlet tarafından cezalandırılır ve cezanın şekli de İslâm hukukunda açıkça belirtilmiştir. Ancak İslam, Müslümanlardan bazı kurallarının barışta olduğu gibi savaşta da aynen uygulanmasını istemiştir. Bunlardan en önemlisi de helal ve haramların azamî ölçüde dikkate alınması ve uygulanması ilkesidir. Bu nedenledir ki İslâm, savaşa bizzat iştirak etmeyen ve katkıda bulunmayan kadınların, çocukların, özürlülerin, hastaların, yaşlıların, mâbedlerde inzivaya çekilmiş din adamlarının, kendi işlerini yürütmekte olan çiftçilerin, işçi ve iş adamlarının öldürülmesini; mallarının yağmalanmasını, bazı özel durumlar hariç bitki örtüsünün tahrip edilmesini, rehinelerin öldürülmesini; ölülerinin yakılmasını ve cesetlerinin üzerinde tahribat yapılmasını; düşman tarafının kadınlarına tecavüz edilmesini ve onlarla gayri meşrû ilişkide bulunulmasını yasaklamıştır. [3] Aşıkpaşaoğlu Tarihi’nde verilen şu bilgi, buna bir örnektir:
“Orhan Gazi, Yenişehir kapısından girdi. Kapının iç yanında bir bahçe vardı. İkilös derler. Gayet güzel bir yerdir. Orhan Gazi’yi doğru o bahçeye ilettiler. Bu şehrin kâfirleri karşıladılar. Sanki padişahları ölmüş de oğlunu tahta geçirir gibi oldu. Bilhassa kadınlar çok geldiler. Orhan Gazi: “Bunların erkekleri hani?” diye sordu. “Kırıldılar. Kimi savaştan, kimi açlıktan” diye cevap verdiler. Aralarında pek güzel olanları çoktu. Orhan Gazi bunları gazilere paylaştırdı. Emretti: Bu dul kadınları nikah edin, alın” dedi. Öyle yaptılar. Şehrin mamur evleri vardı. Evlenen gazilere verdiler.”[4] Bu bilgiden, Müslümanların tarihinde böyle bir uygulamanın mevcut olduğu anlaşılıyor.
İslam, savaş esnasında düşmanı aldatmak amacıyla savaş hilelerine başvurmayı meşru görse de, barışta asla meşru görmemiştir. Nitekim Hz. Peygamber’in “Savaş hiledir”[5] sözü, savaşla sınırlıdır ve “durumsallığı” ifade eder. Dolayısıyla İslâm’da savaş başlamadan önce yapılan mübareze ve savaşta taktik amaçlı pusu kurmak hariç, barış ortamında düello ve pusu da yasaktır. Bu yasakların hem hukukî hem de ahlakî temelleri mevcuttur.
Düello, özü itibariyle kurallı bir cinayet türüdür. Öldürmek amacıyla pusu kurmak da bir cinayettir ve aynı zamanda ahlaksız bir cinayettir. Türü ve amacı ne olursa olsun savaş hariç, pusu kurmak yasaktır ve ahlakî olmayan bir davranış tarzıdır. Zira pusuda dürüstlük yoktur; bilakis kalleşlik, sahtekarlık, hile ve aldatma söz konusudur. Düellonun Batı’da, pusunun ise Doğuda kullanıldığı bilinmektedir. Nitekim Ogier Ghislain de Busbecq, Türk Mektupları (Kanuni Döneminde Avrupalı Biri Elçinin Gözlemleri (1555-1560) isimli eserinde, düello ile ilgili verdiği şu bilgi, sanırım bize bir fikir verecektir:
“Size az önce sözünü ettiğim Macaristan hududunda ki çarpışmalar, gözümüzde en büyük cesaretin tek ispatı olan düello hakkında Türklerin düşüncelerinden hahsetmeyi aklıma getirdi. Topraklarımıza bitişik bir eyalette Arslan Bey adında kuvvetiyle ünlü bir sancak beyi vardı. Hiç kimse yayı onun kadar güçlü geremez, kılıcını onun kadar derine sokamaz ve düşmana onun kadar büyük korku salamazdı. Ancak komşu bir eyaletin sancak beyi olan Veli Bey ona rakip oldu. O da aynı şöhrete sahip olmayı arzuluyordu. Muhtemelen başka sebeplerle de artan bu rekabet şiddetli bir nefrete, entrikalara ve kan dökülmesine yol açtı. Bu yahut bilmediğim diğer sebeplerden dolayı Veli. Bey İstanbul’a çağrıldı. Her ney se, şehre geldi ve Divan’da paşalar tarafından kendisine birçok sualler soruldu. Sonunda da Arslan Bey’le aralarındaki çekişmeden söz edildi. Veli Bey bu düşmanlığın geçmişini, sebeplerini, gelişmesini ve son durumunu anlattı. Ardından söylediklerini takviye için Arslan Bey’in onu pusuya düşürüp yaraladığını, taşıdığı nama layık olduğunu ispatlamak istiyorsa bu gibi yollara başvurmaya ihtiyaç duymaması gerektiğini de ilave etti. Onu sık sık karşılıklı dövüşmeye davet ettiğini, bundan da kaçınmadığını söyledi. Anlattıkları paşaları tiksindirmişti. Ona hiddetle bağırarak “Silah arkadaşınızı düelloya davet etmek cüretini mi gösterdiniz? Dövüşecek Hıristiyanlar mı yoktu?” dediler. “İkiniz de sultanın ekmeğini yiyorsunuz ve buna rağmen birbirinizi öldürmeye hazırsınız. Ne hakkınız var buna? Böyle davranışın emsali görülmüş müdür? Hanginiz ölürse ölsün, bunun sultan için kayıp olacağını bilmiyor musunuz?” sözleriyle azarlayıp Veli Bey’in hapse atılmasını emrettiler. Orada aylarca kaldı ve itibarını kaybetmiş biri olarak daha geçenlerde salındı.
“Halbuki bizde gözünü ülkesinin düşmanlarına henüz çevirmemiş pek çok kimse, kendi halkından birine veya silah arkadaşına kılıcını çektiği için ün kazanmıştır. Ahlak bozukluğunun faziletin yerini aldığı, cezayı hak eden davranışların şerefli ve itibarlı sayıldığı bir ahlak anlayışıyla ne yapabilirsiniz ki?” [6]
Bu son paragraftan da anlaşılıyor ki Busbecq’ya göre de düello ahlaksız bir davranıştır. Pusunun ahlaksız bir davranış olduğunda ise asla şüphe yoktur. Bu nedenle puya yatarak insan öldürmek, cinayetlerin en büyüğü ve en vahşi olanıdır. Bilindiği gibi “Pusu, birine saldırmak için saklanarak beklenen yer veya hazırlanma durumu” nu ifade eder. Bu nedenle düelloda amaç öldürme veya yaralama söz konusu olurken, pusuda daha farklı amaçlar da söz konusu olmaktadır. Bunlar arasında esir alama, baskın yapma gibi olanları olduğu gibi, insan onurunu, kişiliğini yaralayan tutum ve davranışlar da bulunmaktadır. Dolayısıyla pusunun daha geniş bir kapsam alanına sahip olduğu görülür. Bunlardan biri de “suikast” tır ve en kötüsü de “itibar suikastı” dır.
Suikast, “Gizlice cana kıyma ve kötülük etmeye kalkışma”[7] yı; itibar suilasti ise “Hedefteki kişinin itibarını yerle bir etmek amacıyla gerçekdışı isnatlarda bulunma” yı ifade eder. Bu tür bir suikast, insanın bedenini yaralamasa veya onu yok etmese de onurunu, izzet-i nefsini, itibarını, kişiliğini yaralar ve yok eder. Dolayısıyla toplum hayatını sarsan bir etkiye de sahip olur. Bu nedenle Allah Teâlâ, müminleri insanlar hakkında temelsiz bilgilere dayalı tahminî değerlendirmelerden; onların gizli hallerini araştırmaktan ve dedi kodu yapmaktan sakınmalarını istemiş, bu tür tutum ve davranışları yasaklamış, günah saymış; hatta dedikoduyu ölü insan eti yemekle eş değerde tutmuş[8] ve fitne oluşturacak söz ve davranışların kıtalden daha büyük bir suç ve günah olduğunu açıklamıştır.[9]
Kur’an’ın bu evrensel ilkesine rağmen maalesef bazı Müslümanların, kişisel çıkarları, makam ve mevki hırsları sebebiyle ile itibar yaralayıcı davranışlarda bulundukları da bilinen bir olgudur. Bu durum, yaygınlığı sebebiyle “vak’a-i âdiye” den bile sayılmaktadır. Başta şark kurnazlığı olmak üzere öngörülen hedeflere ve amaca ulaşmak için her şeyi mubah görme anlayışı da buna dahildir. Dolayısıyla Kur’an, bu tür davranışları asla onaylamamış, müntesiplerinden her durumda ve her mekanda Kur’an ilkelerine ve Hz. Peygamber’in örnekliğine yakışan bir tavır sergilemelerini istemiş; bu nedenle böyle bir tutum ve davranış içinde olmayanlara da “Fe eyne tezhebûn/nereye gidiyorsunuz?” sorusunu sorma ihtiyacı hissetmiştir. Biz de Kur’an’ın bu yöntemini uygulatarak soralım: Kur’an’ın insan hayatını, aklını, malını, neslini, dinini ve onurunu koruyan emirlerini ve yasaklarını dikkate almayan, hatta görmemezlikten gelen ve bu nedenle de itibar suikastında bulunan Müslümanlar, nereye gidiyorlar?
[1] Maide,5/32
[2] Hayrettin Karaman ve diğerleri, Kur’an Yolu, Ankara 2003, 2/206.
[3] Ahmet Yaman, Savaş, DİA İslam Ansiklopedisi, İstanbul 2009, 36/ 192-193’den özetlenmiştir.
[4] Aşıkpaşaoğlu Tarihi, Hazırlayan Nihal Atsız, İstanbul 1970, s.51.
[5] Buhârî, Cihâd, 157.
[6] Busbecq, Türk Mektupları, İş Bankası Yayınları, Çeviren Derin Türkömer, İstanbul 2005, s.135.
[7] TDK, Türkçe Sözlük, Ankara 2005, s.1816
[8] Hucurat,49/12.
[9] Bakara, 2/217.