Bazı insanlar, olaylar karşısında sonuçlarını düşünmeden hareket ederler ve kısa vadeli çıkarlarını, uzun vadeli çıkarlarına tercih ederler. Diğer bir ifade ile “Basireti bağlanmak” deyimine uygun bir davranış sergilerler. Basiret, bilindiği gibi gerçekleri veya uzağı görebilme, sezebilme yeteneğidir, olayları anlama ve değerlendirmede doğru bir bakış açısına sahip olma demektir. Basiretsizlik ise araştırmadan ve işin sonunu düşünmeden hareket etmeyi, olaylara yüzeysel bakmayı ve öngörüsüzlüğü, kısaca “manevî körlüğü” ifade eder. Nitekim Allah Teâlâ, “Kim bu dünyada kör ise ahirette de kördür” [1] sözü ile de bu manevî körlüğe dikkat çeker ve küfür, nifak, hırs, kin gibi olumsuz inanç ve duygulara sahip olan kimseleri [2] de “idraksiz” [3] kişiler olarak tanımlar. Bu nedenle basiret kavramının Kur’an’da “görme” anlamı ile birlikte “hakikati keşfetme, doğru yolu tanıma, gerçeği yanlıştan ayırma yeteneği” olarak kullanıldığı ve insanların gerçek olan ile gerçek olmayanı ayırt etmelerine vesile olduğu için de Kur’an ayetlerine “besâir (basîretler)” [4] [4] denildiği görülmektedir. Bu nedenle Kur’an’da yer alan her ayet, insanları ibret almaya ve basiretli olmaya teşvik eden bir mesaj taşır. Bu mesajın kısa ifadesi de şöyledir:
“İnsanlardan öyleleri var ki: Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver, derler. Böyle kimselerin ahiretten hiç nasibi yoktur. İnsanlardan öyleleri de vardır ki, “Ey rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik ver, öteki dünyada da iyilik ver; bizi cehennem azabından koru” derler. İşte bunlar, kazandıklarına karşılık nasip alacak olanlardır” [5]
Hz. Musa ile Allah’ın kulu kıssası da bize verilen önemli bir mesajdır. Zira bu kıssada da olayların ve olguların görünen yüzünden başka bir de iç yüzünün bulunduğu anlatılır. Fakat insanoğlu, yaşadıkları olayları genellikle dış görünüşlerine bakarak anlamaya çalışırlar. Bu nedenledir ki Allah Teâlâ, “Bazen hoşlanmadığınız bir şey, hakkınızda iyi olabilir ve hoşlandığınız bir şey de hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” [6] Sözüyle bu hakikati ifade eder; acele ile karar vermememizi, işin sonunu iyi düşünmemizi ve basiretli olmamızı ister. Örnek olarak da Hz. Peygamber’i gösterir ve onu basiret sahibi bir peygamber olarak tanıtır. “Sen onları (gerçek fakirleri) simalarından tanırsın.” [7] Ayeti ile “And olsun ki, sen onları (münafıkları) konuşma tarzlarından da tanırsın.” [8] Ayeti de bu konuya işaret eder.
Nitekim Hz. Peygamber’in hayatı boyunca bütün davranışlarında basiretli ve itidalli bir davranış sergilediği bilinmektedir. Onun “Müminin ferasetinden sakının! Çünkü o Allah’ın nuruyla bakar.” [9] ve “Mümin bir delikten iki defa ısırılmaz (geçmez) ” [10] Sözleri de böyle bir mesaj içerir ve Hudeybiye anlaşması sırasında gösterdiği basiret de bunun güzel bir örneğini yansıtır. Zira bu anlaşmanın bir maddesinde “Kureyş’ten birisi, velisinin izni olmadan Medine’ye giderse bu kişi iade edilecek; fakat Medineli bir Müslüman Mekke’ye sığınırsa o iade edilmeyecektir.” [11] kuralı da yer almıştı, dolayısıyla bu madde Müslümanlara çok ağır gelmiş, hatta bazı sahabîlerin homurdanmaya başladıkları görülmüştü.
Müslümanlar için çok ağır olan bu anlaşmanın yazılması henüz sona ermişti ki Mekkeliler adına anlaşmayı imza edecek olan Süheyl’in Müslüman olan oğlu Ebû Cendel bir yolunu bulup kaçmış ve ayağındaki zinciri sürüyerek Hudeybiye’ye gelmişti. Bu maddeye göre Ebû Cendel’in iadesi gerekiyordu, bu nedenle Müslümanlar, Ebu Cendel’i iade etmek istemeseler de sonuçta anlaşma maddesi uygulanacaktı. Süheyl b. Amr, oğlunu yaka paça çekerek Kureyşîlerin yanına götürürken Ebu Cendel de “Yâ Rasûlallah! Ey Müslümanlar cemaati! Siz bana işkence yapsınlar, beni dinimden döndürsünler diye mi müşriklere geri çeviriyorsunuz?” diyerek feryat etmeye başlamıştı.
Müslümanlar, Ebu Cendel’in bu feryadına, dayanamayarak ağlamaya başladılar. Peygamberimiz, “Ey Ebu Cendel! Şu kavimle (Kureyş müşrikleriyle) aramızda yazılan barış yazısı tamamlandı. Ey Ebu Cendel! Sen biraz daha katlan! Allah’tan da bunun ecrini, mükâfatını dile! Hiç şüphesiz, Yüce Allah senin için ve senin yanında bulunan zayıf Müslümanlar için bir genişlik ve çıkar yol yaratacaktır! Biz şu kavim ile (müşriklerle) aramızda bir barış anlaşması yapmış ve bu yolda kendilerine Allah’ın ahdiyle söz vermiş bulunuyoruz. Onlar da bize Allah’ın ahdiyle söz vermiş bulunuyorlar. Biz onlara vermiş olduğumuz söze vefasızlık edemeyiz. Verdiğimiz sözde durmamak, bize yaraşmaz!” [12] der ve Cenâb-ı Hakk’ın kendi durumunda olanlar için yakında bir çıkış yolu göstereceğini söyleyerek onu teselli etmeye çalışır.
Ebû Cendel, babasıyla Mekke’ye gitmez, Medine’ye de dönemez, bu iki şehir arasında yetmiş kadar Müslümanla birlikte Mekkelilerin kervanlarını basmaya başlar. Bunların ticaret kervanları için tehlikeli bir güç haline geldiğini gören Kureyşliler, Müslüman olup Medine’ye gidenlerin iadesini öngören maddeden vazgeçtiklerini, özellikle de Ebû Basîr ile Ebû Cendel ve arkadaşlarının Medine’ye kabul edilebileceklerini, Hz. Peygamber’e bildirdiler. Buna karşılık ticaret kervanlarının vurulmasına imkân verilmemesini isterler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem de Ebû Basîr ve arkadaşlarına bir mektup göndererek Medine’ye gelmelerini emreder”.[13] Neticede Mekkelilerin istediği olmamış, gelişme Hz. Peygamber’in basireti istikametinde olmuştur.
Basiretsizliği de anlatan pek çok hikaye var. Bunlar arasında internet sitelerinde yer alan şu hikaye, en dikkat çekici olanıdır:
“Çocuğu olmayan bir kadın, yalnızlığını daha yavru iken yaralı olarak bulduğu ve onun tekrar sağlığına kavuşmasını sağladığı bir gelincikle paylaşır. Onu evinde besler ve dost gibi sever. Gelincik de ona sadıktır, bir an olsun kadının yanından ayrılmaz. Günler ve aylar geçer kadın nihayet hamile kalır ve çocuğunu doğurur. Çevresinde bulunanlar “Bu hayvan kıskançtır, bebeğine zarar verebilir!” diyerek onu uyarırlar. Kocası da “Artık bir çocuğumuz var, onu gönder” diye eşine baskı yaparsa da kadın direnir, “Bu hayvan bana zor zamanlarımda yoldaş oldu. Onu bırakamam!” der.
Bir gün kadın, bebeğini beşiğe yatırıp kapıda komşularıyla konuşurken evin içinden bir ses duyar ve içeriye koşar. Kapıyı açtığında gelinciğin kanlı ağzını görür ve çocuğuna zarar verdiğini düşünür Eline bir sopa alır ve gelinciği oracıkta öldürür. Sonra beşiğe yönelir. Bir de ne görsün? Beşiğin kenarında, ölü bir yılan ve çocuğu da sapasağlam. İşte o zaman gelinciğin ağzında gördüğü kanın, öldürdüğü yılanın kanı olduğunu anlar. Bebeğini yılandan kurtaran en sadık dostunu kendi elleriyle öldürdüğü için diz çöküp ağlamaya başlar. Ama ne fayda! Artık iş işten geçmiş, araştırmadan ve işin sonunu düşünmeden ömür boyu ızdırap çekeceği bir hata yapmıştır.”
Basiret kavramı ile yakın anlam içeriğine sahip olan kavramlardan biri, “olayların iç yüzünü fark edebilmeyi” ifade eden “firaset” kavramı, diğeri de “gözlem ve sezgiyle geleceği veya gizli gerçekleri tahmin etme yeteneği” anlamına gelen “irfan” kavramıdır. Bu kavram, “sezgisel zeka” olarak da ifade edilmektedir. Aynı kökten türetilmiş olan “ ârif” kavramı da benzer bir anlamı içeriğine sahiptir. Bu kullanışla ilgili olarak Reşat Nuri Güntekin, “Anadolu Notları” nda Ömer Seyfettin’den şöyle bir anekdot nakletmektedir:
“Ömer, mekteplerden birinde edebiyat muallimiydi. Merhumu yakından tanımış olanlar pek iyi bilirler; bazen bir şeyi diline dolar, günlerce onu tekrar ederdi. O zaman da bir şey tutturmuştu: “İlim başka, irfan başka… Ârif başka, âlim başka” diyordu. Derin bilgisi ve çok okumasıyla şöhret almış bir muallim arkadaş,bir gün Ömer’e takılmak istedi: “Ömer Bey, ilim başka, irfan başka, diyorsunuz, ben buna pek akıl erdiremiyorum. Lütfedin de bunu bana bir anlatın!” dedi. Ömer: “Başkadır cancağızım, dedi, kızmazsanız bir misalle anlatayım. Meselâ siz çok okumuşsunuz, âlimsiniz; fakat ârif değilsiniz. Bizim serhademe okumamıştır. Binaenaleyh âlim değildir, fakat âriftir.” Muallim arkadaş biraz bozuldu. Fakat Ömer darılacak bir insan olmadığı için renk vermedi; herkesle beraber güldü, geçti.
Sekiz, on gün kadar sonraydı. Ömer, bir gün muallimler odasına sevinçli bir havadisle geldi: “Müjde, diyordu. Avusturya’dan iki yüz vagon şeker geliyormuş… Şeker, dehşetli ucuzlayacak.” Ömer, sık sık İttihat ve Terakki Merkez-i Umumisine gidip geldiği için diğer bazı arkadaşlarla beraber âlim dediğimiz arkadaş da havadise inandı ve memnuniyet gösterdi. Bir, iki dakika sonra odaya giren serhademeye Ömer, aynı havadisi tekrar etti. Fakat o, pek seviniyor gibi görünmedi, terbiyeli bir tavırla: “İnanma beyim; yem borusudur bu. Avusturya şekeri bulsa kendisi yer!” dedi. Ömer, çocuk gibi ellerini çırparak zıplamağa başladı. Âlim arkadaşa: “Yalan mı söylemişim cancağızım, dedi, bak siz bütün ilminize rağmen bu havadise inandınız. Fakat o, yutmadı cancağızım. Çünkü onda ilim yok amma irfan var.” [14] Bu hikayeden ve diğer örneklerden alacağımız ders, insanın hem bilgi, hem de basiret sahibi olmasıdır. Bunu elde etmek zor olsa da imkânsız değildir. Yeter ki insan bunu istesin, iradeli olsun, çalışsın, yılgınlığa ve karamsarlığa düşmesin. Zira “Taşı delen, suyun gücü değil, damlaların sürekliliğidir.”
[4] Arâf 7/203;Kasas 28/43.
[9] Tirmizi, Tefsiru’l-Kur’an, 16.
[10] Buhari, ‘Edeb’, 83, Müslim, ‘Zühd’, 63.
[11] İbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, Beyrut 1936, 3/332
[12] M. Asım Köksal, Hz. Muhammed (a.s) ve İslamiyet, İstanbul 1981, 6/202-204.
[13] Asri Çubukçu, Ebu Cendel, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1994, 10/118.
[14] Reşat Nuri Güntekin,“Kahveler-II”, Anadolu Notları, İnkılâp ve Aka Kitabevleri, İstanbul 1965, 1/ 127-128.