MÜSLÜMANLIK ANLAYIŞIMIZ ÜZERİNE
MAKALE
Paylaş
17.08.2025 22:06
3 yorum
1.248 okunma
Prof. Dr. Celal Kırca

Kur’an’ın, tenzil döneminde vahiy-olgu ve olgu-vahiy ilişkisine bağlı olarak teşekkül ettiği ve bu teşekkülün de “sunulmuş vahiy” (nüzul sebebi olmayan vahiy)  ve “istenilmiş vahiy” (nüzul sebebi ve ortamı olan vahiy) olarak tanımlandığı biliniyor.  Bu dönemde dinî hükümlerin 23 yıl­lık bir süreye yayılarak tedrîcî, te’hir ve imhâl gibi yöntemlerle sunulduğu; Mekke’de indirilen ayetlerde iman ve ahlak ilkelerinin daha yoğun, buna karşılık Medine’de indirilen  ayetlerde ise ibadet ve hukuk kurallarının  daha etkin olduğu  görülüyor.

En önemlisi de Mekkî âyetlerde yer alan iman ve ahlâk ile ilgili hükümlerin birden ve doğrudan, Medine’de indirilen ayetlerde ise dinî hükümlerin “tedricîlik” ve “te’hir/ geciktirme” yöntemleri ile sunulması ve bunun da  tebliğde  ve uygulamada kolaylık ağlamış olmasıdır. Nitekim sosyal bir sorun haline gelmiş olan köleliğin tasfiyesinde ve içkinin haram kılınmasında uygulanan bu yöntem, bunun bir göstergesidir. Dinî hükümlerde uygulanan “azimet” ve “ruhsat”  ilkeleri de dindeki kolaylığın bir başka boyutunu oluşturmaktadır.

Nitekim Müslümanların zengin olmadıkça zekât vermemesi ve hacca gitmemesi; su bulunmadığında te­yemmüm etmesi; seferde namazların iki rekât olarak kılınması; kadınların özel hallerinde  bazı dinî kurallardan muaf tutul­ması; savaşta savaş kurallarının, barışta ise  barış kurallarının uygulanması vs. gibi alternatif çözümler de  bu kolaylığı ifade etmektedir.

Tenzîl sonrası dönemlerde ise genellikle İslâm  binası inşa edilirken tenzil döneminde olduğu gibi te’hir ve tedricîliğin/durumsallığın dini tebliğde ve uygulamada bir araç olarak yeterince kullanılmadığı; daha ziyade Kur’an bütünlüğünün hedefleyerek İslâm binasının inşa edilmeye çalışıldığı, fakat toplumların sahip oldukları psikolojik,  sosyal ve kültürel yapıların, bu inşaya engel olucu bir işleve sahip olduğu ve bu nedenle de Kur’an muhteviyatının ve  ruhunun topluma yeterince yansıtılamadığı görülmektedir. Nitekim bu durumu, Ahmed  Emîn,  Fecru’l-İslâm adlı eserinde şöyle açıklamaktadır:

“İslâm’ın hükmü altına giren insanlardan büyük bir ço­ğunluğu Müslüman oldular. Bu insanlardan her birinin kendile­rine özgü hikmet, emsal, şiir ve edebiyat anlayışları vardı. Bunlardan bir kısmının tedvin edilmiş ilimleri, kültürlerini ak­settiren yazılı eserleri mevcuttu. İlmî araştırma ve tedvine yat­kınlıkları vardı.

Müslüman olunca da gerek kendileri ve gerek­se çocukları, eski ilmî usullerini devam ettirdiler. İslâm akaidi dahi kültür birleşmesinin dışında kalmadı. Sanılır mı ki, bir İranlı, Hristiyan Suriyeli veya bir Rum, bir Mısırlı Kıptî, İslâm dinine girince atalarından ve ecdadından asırlar boyunca ge­len bütün inanç ve telâkkilerini bir anda bırakıp, İslâmî tali­matları, yeni dinin icâb ettirdiği bir şekilde anlayacaktır? Asla. Buna imkân yoktur. Zira böyle bir durumu psikoloji kesinlikle reddeder.

Bir İranlının Hristiyan bir Rum’dan farklı bir ilâh ta­savvuru vardı. Mısırlı bir Hristiyan’ın ilâh tasavvuru ise, her ikisinden de farklıydı. Cennet, cehennem, şeytan, melek, âhiret, nebî gibi dinî lâfızların, her birine göre diğerinin anladığından farklı bir mânâsı vardı. Müslüman olan bu milletler, Müslümanlığında samimi olsalar dahi bunları her yönüyle ilk Müslümanlar gibi anlayamadılar. Gayet tabiidir ki, bu mevzuları, eski dinî telakkilerine göre ve dinlerinde kullanılan lâfızlara yakın bir şekilde anlayacaklardır.….”

İslâmiyet ile diğer dinler ve inançlar arasında da çekişme­ler ve savaşlar olmuştur…. Fiilî savaşlar, takriben Hz. Osman dönemindeki fetihlerle sona erse de, manevî alanlardaki savaşlar, çok uzun seneler sürmüştür. İslâm ülkesi, bu tür emel ve arzular savaşı için geniş bir saha teşkil etmiştir.

İranlılar, eski devlet ve memleketlerini özler oldular. Zira kendilerini Araplardan daha ileri ve çağdaş görüyorlardı. Rumlar da, Mısır da aynı arzu içkideydiler. Bu ülkeler, İslâm’ı kabul eden ve etmeyen zümrelere ayrıldılar. Herkes kendi dillerini konuştu. Fikir ve düşünce alanlarındaki savaş kıyasıya devam etti. Üstünlük, bazen Araplar, bazen İranlılar  ve bazen de Rumlar arasında adeta paylaşıldı. Arapların üstünlüğü, din ve dil sahalarında olurken, diğer ırkların üstünlüğü, politika, sosyal düzen, felsefe, ilim ve diğer konularda oldu.” [1]

Bu nedenle Müslümanların arasında görülen bu fikrî, siyasî ve sosyal mücadele, zaman zaman azalıp çoğalsa da tarihin her döneminde hep var olmuş ve olmaya  da devam etmektedir. Nitekim tenzil sonrası dönemlerde meydana gelen siyasî, kültürel ve  sosyal  olayların,  farklı yönelişleri ve gruplaşmaları ortaya çıkarttığı; bunlardan Şia ve Haricilik gibi siyasî-dinî; Cebriyye ve Mu’tezile gibi fikrî-siyasî ve Hanefî, Malikî, Şafiî ve Hanbelî gibi fıkhî mezhepleri oluşturduğu görülüyor. Bu fırkalardan Şia ve Haricilik, ilk ortaya çıkışı itibariyle siyasî nitelikli iken sonra­dan dinî bir nitelik kazandığı; buna mukabil Cebriyye ile Mute­zilenin  ise ilk çıkışı itibariyle fikri bir görünüm arz ederken sonradan si­yasî bir niteliğe evirildiği biliniyor.

Bu fırkaların zuhurundan çok sonralarıdır ki Sünnî Müslümanlar, inanç ve düşünce sistemlerini ancak İmam Eş’arî ve İmam Mâturidî’nin kurduğu mezhepte buldular ve bu iki imamın sistemini benimsediler. Bu iki imamın sistemleştirdiği inanç esasları, kulun irâdesini kaldıran Cebriyye ile kula tam irâde, sorumluluk, hürriyet tanıyan Mutezile arası bir yere oturtuldu ve düşünce sistemleri arasında merkezî bir konuma getirildi. Ancak bunlardan Eş’arîlik, sistem olarak Cebriyye’ye, Maturîdîlik, ise Mu’tezile’ye yakın bir yer işgal etti.

Bu itikadî ve fıkhî mezheplerin oluşturduğu dinî kültür ve düşünce sistemlerinden  bazısı, dini anlama ve yorumlamada aklı ve  içtihadı öcelerken, bazısı da  rivayetleri öne çıkardı. Dolayısıyla  da her fırka, kendi düşünce sistemini ve geleneğini oluşturdu ve zamanla da bu geleneği, gelenekçiliğe dönüştürdü ve bunu da tek doğru olarak  gördü ve göstermeye çalıştı. Bu da tabiî olarak  beraberinde  bir takım  dinî ve sosyolojik  sorunları getirdi. Bu sorunlar da zamanla tefrikaya sebep oldu  ve  çoğu zaman da istismar edildi.

Günümüzde ise bu problemlerden ayrı olarak bir de sanayi toplumuna özgü yeni problemler ortaya çıktı. Bu problemler arasında kapitalizm gibi ekonomik; pozitivizm, determinizm ve Darvinizm gibi bilimsel; sekülerizm gibi sosyal; laiklik gibi hukukî; hedonizm ve konformatizm gibi  psikolojik; ateizm ve deizm gibi felsefî  olanlar,  Müslüman toplumları  derinden etkilemeye  başladı.  Dolayısıyla bu problemlere çareler arandı.

Kimileri, bu düşünce sistemlerinin etkisinde kalarak, dinî kuralları bu sistemlere entegre etmeye çalıştı. Kimileri gelenekçiliğe  sığınmayı bir çare olarak gördü. Kimileri tarihselciliği önerdi. Kimileri, gelenekçiliğe karşı olma adına geleneğe karşı çıktı ve çareyi mealcilikte  buldu.  Kimileri, İslâm’ı; Arap İslâm’ı,  Emevî  İslam’ı, İran İslâm’ı, Türk İslâm’ı olarak tanımlandı ve kendi anlayışlarını ve yorumlarını da “gerçek İslâm” olarak sundu.

Oysa ortada tek bir İslâm vardı ve  söz konusu bu  tanımlar da  “anlam bilim” açısından yanlıştı. Anlam bilime uygun olan doğru tanım ise Arap Müslümanlığı, Emevî Müslümanlığı, İran Müslümanlığı ve Türk Müslümanlığı vs. şeklinde olmalı idi. Zira Müslümanlık tanımı, Müslümanların anladığı İslâm demekti ve bu da bizatihi İslâm’ın kendisi değil, onun  beşer tarafından yapılan yorumlarıydı. Bu yorumlar, insan ürünü oldukları için de mutlak doğruyu ifade etmiyordu.  Dolayısıyla bu tür yorumların  kafa karışıklıklarına ve zihin bulanıklıklarına sebep olduğu ve bazı zihinlerde eksik ve yanlış İslâm  imajı oluşturduğu  ve  böyle bir imajın  oluşmasında da Batı kaynaklı sistemlerin etkisi kadar, hatta onlardan  daha fazla  bu tür  tanımların  ve yorumların  etkili olduğu görüldü.

Bu sorunlara karşı ilim adamları, maalesef etkili çözümler getiremedi ve  alternatif  düşünceler ve tezler üretemedi. Zira çoğu ilim adamı, geçmişi  nakletmekle yetindi ve mevcut bilgilerden  yeni bilgiler üreteme yerine Batı’dan ve  Doğu’dan  tercümeler yapmayı, tercih etti ve  bunu da bilimsel bir faaliyet saydı ve  bu nedenle de  problem çözücü düşüncelerin  yer aldığı te’lif eserler  veremedi. Dolayısıyla da  bu sorunlara  karşı ortak bir dinî kültür ve zihniyet oluşturulamadı ve daha da önemlisi, Batı düşünce sistemlerine alternatif olabilecek ve  çağa hitap edebilecek evrensel içerikli yeni bir “İslâm medeniyeti projesi”  ortaya konulamadı.

Yaygın eğitimdeki durum da bundan farklı olmadı; geleneksel vaaz konuları, din dili ve üslubu, aynen devam ettirildi ve bundan dolayı genç nesiller, bu dil ile yapılan konuşmaları yeterince anlayamadı. Anlaşılamayan bir dil ve üslup ile yapılan  vaaz ve nasihatler ise   toplumda  ve özellikle de gençler üzerinde gereken etkiyi yapmadı/yapamadı.

Bu nedenle toplumun ve gençlerin ilgisini çekecek yeni bir din diline ve üslubuna ihtiyaç olduğu halde, bu ihtiyaç da giderilemedi. Zira genç nesil, dinî kuralların ve değerlerin nasıllığını öğrenmeden önce niçinlerini öğrenmek istedi. Namaz nasıl kılınır, nasıl oruç tutulur, nasıl hacca gidilir bilgilerinden önce niçin inanılması, niçin namaz kılınması, niçin oruç tutulması, niçin hacca gidilmesi gerektiğini bilmek istedi. Bunun için de din  adamlarının, gençlerin  her türlü “niçin?” sorularına  cevap  verebilecek  bir bilgi ve  kültür donanıma sahip olmaları gerekiyorken, bunun  da  gerçekleşemediği  ve yüzeysel kaldığı görüldü.

Hz. Peygamber, “İnsanlara  anlayabileceği şekilde/(bir dil  ve üslup ile) konuşunuz” [2] ve “Bir gruba, akıllarının almayacağı şeyler söylerseniz, bu onların bir kısmı için fitne olur.” [3] demesine rağmen, onun  bu tavsiyeleri  de ya dikkate alınmadı, ya da yeterince uygulanmadı. Daha da önemlisi duygusallık, gelenekçilik ve grupçuluk, akla ve düşünceye galip geldi, dolayısıyla aktarılan bilgiler, beklenildiği gibi bir fonksiyon icra edemedi. Zira verilen her bilginin anlaşılması için  ayrıca anlamlandırılması, yorumlanması ve güzel bir üslup ve anlaşılabilir bir dil ile sunulması gerekiyordu, ama gelenekçiliğin ve entegrizmin dinî söylemlere egemen oluşu  nedeniyle bu da  gerçekleşemedi, dolayısıyla  İslâm, aslî hüviyeti ile  topluma yeterince  yansıtılamadı.

Neticede Kur’an’ın tenzil yöntemine ve bilgi hiyerarşisine dayanmayan, fakat geleneği  gelenekçiliğe dönüştüren ve buna karşılık  geleneksizliği savunan bir anlayış ve üslup ile  sunulan Müslümanlık;  eksik, yanlış  ve ahlaktan uzak bir dindarlık algısını  oluşturdu.  Bu algı da toplumu olumsuz yönde etkilemeye başladı ve bazı insanları da İslâm’dan uzaklaştırdı.

Bu nedenle Müslümanlık anlayışlarımızın ve yaşam tarzlarımızın bir an önce sorgulanması ve bu sorunlara çareler üretilmesi gerekiyor. Aksi takdirde yeni nesil, ateizm, deizm, hedonizm ve konformatizmin etkisinde kalmaya devam edecek,  zamanla da kaybolup gidecek ve yitirilmiş bir nesil olacak!  Nitekim Prof. Dr. Ali Köse, duyarlı bir bilim insanı olarak “Dinin Geleceği” isimli kitabında bu konularla ilgili olarak önemli bilgiler vermekte ve Batı’dan verdiği örneklerle dikkat çekici uyarılarda bulunmaktadır.



[1] Ahmed  Emîn, Fecru’l-İslâm, Beyrut, 1969, 93-94.

[2] Ebu Dâvûd, Edeb, 40 ;

[3] Müslim, Mukad­dime, 3.

 

Yorum Ekle
Adınız :
Başlık :
Yorumunuz :

Dikkat! Suç teşkiledecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Toplam 3 yorum yapıldı
Tebrikler...
Hocam, çok yararlandım,teşekkürler ediyorum. Bilim adamlarımızın "TE'LİF ESERLER" dönemini başlatmaları ümit ve temennisiyle. Saygılarımla...
Yorum Ekleyen: Muttalip Uslu     20.08.2025 15:53:36
Değerli bir yaklaşım.
Bu metnin neşri çok kıymetli. Keşke kafi sayıda okuyucunun okuması gerçekleşse. Müstefid oldum. Teşekkür ederim. Bu tür değerlendirmelere ihtiyaç var. Bana göre Türk Millî eğitimi, cehennem kavramından, cennet kavramına uzanan güzergâhta, halk tabiriyle "Ölümü göster sıtmaya razı et ." hesabı kötülüklerin niçinlerinden yola çıkılarak iyiliklere yönelmenin bilimsel birikimle fayda ve erdemleri anlatılmalıdır vesselam.
Yorum Ekleyen: Şakir Albayrak     19.08.2025 20:00:07
Teşekkür ederim
Teşekkürler hocam
Yorum Ekleyen: Doğan Atay     19.08.2025 16:58:30

sanalbasin.com üyesidir

ANA HABER GAZETE
www.anahaberyorum.com
İşin Doğrusu Burada...
İLETİŞİM BİLGİLERİMİZ
BAĞLANTILAR
KISAYOLLAR
anahaberyorum@hotmail.com
0312 230 56 17
0312 230 56 18
Strazburg Caddesi No:44/10 Sıhhiye/Çankaya/ANKARA
Anadolu Eğitim Kültür ve Bilim Vakfı
Anadolu Ay Yayınları
Ayizi Dergisi
Aliya İzzetbegoviç'i
Tanıma ve Tanıtma Etkinlikleri
Ana Sayfa
Yazarlarımız
İletişim
Künye
Web TV
Fotoğraf Galerisi
© 2022    www.anahaberyorum.com          Tasarım ve Programlama: Dr.Murat Kaya