Kur’an’ın, tenzil döneminde vahiy-olgu ve olgu-vahiy ilişkisine bağlı olarak teşekkül ettiği ve bu teşekkülün de “sunulmuş vahiy” (nüzul sebebi olmayan vahiy) ve “istenilmiş vahiy” (nüzul sebebi ve ortamı olan vahiy) olarak tanımlandığı biliniyor. Bu dönemde dinî hükümlerin 23 yıllık bir süreye yayılarak tedrîcî, te’hir ve imhâl gibi yöntemlerle sunulduğu; Mekke’de indirilen ayetlerde iman ve ahlak ilkelerinin daha yoğun, buna karşılık Medine’de indirilen ayetlerde ise ibadet ve hukuk kurallarının daha etkin olduğu görülüyor.
En önemlisi de Mekkî âyetlerde yer alan iman ve ahlâk ile ilgili hükümlerin birden ve doğrudan, Medine’de indirilen ayetlerde ise dinî hükümlerin “tedricîlik” ve “te’hir/ geciktirme” yöntemleri ile sunulması ve bunun da tebliğde ve uygulamada kolaylık ağlamış olmasıdır. Nitekim sosyal bir sorun haline gelmiş olan köleliğin tasfiyesinde ve içkinin haram kılınmasında uygulanan bu yöntem, bunun bir göstergesidir. Dinî hükümlerde uygulanan “azimet” ve “ruhsat” ilkeleri de dindeki kolaylığın bir başka boyutunu oluşturmaktadır.
Nitekim Müslümanların zengin olmadıkça zekât vermemesi ve hacca gitmemesi; su bulunmadığında teyemmüm etmesi; seferde namazların iki rekât olarak kılınması; kadınların özel hallerinde bazı dinî kurallardan muaf tutulması; savaşta savaş kurallarının, barışta ise barış kurallarının uygulanması vs. gibi alternatif çözümler de bu kolaylığı ifade etmektedir.
Tenzîl sonrası dönemlerde ise genellikle İslâm binası inşa edilirken tenzil döneminde olduğu gibi te’hir ve tedricîliğin/durumsallığın dini tebliğde ve uygulamada bir araç olarak yeterince kullanılmadığı; daha ziyade Kur’an bütünlüğünün hedefleyerek İslâm binasının inşa edilmeye çalışıldığı, fakat toplumların sahip oldukları psikolojik, sosyal ve kültürel yapıların, bu inşaya engel olucu bir işleve sahip olduğu ve bu nedenle de Kur’an muhteviyatının ve ruhunun topluma yeterince yansıtılamadığı görülmektedir. Nitekim bu durumu, Ahmed Emîn, Fecru’l-İslâm adlı eserinde şöyle açıklamaktadır:
“İslâm’ın hükmü altına giren insanlardan büyük bir çoğunluğu Müslüman oldular. Bu insanlardan her birinin kendilerine özgü hikmet, emsal, şiir ve edebiyat anlayışları vardı. Bunlardan bir kısmının tedvin edilmiş ilimleri, kültürlerini aksettiren yazılı eserleri mevcuttu. İlmî araştırma ve tedvine yatkınlıkları vardı.
Müslüman olunca da gerek kendileri ve gerekse çocukları, eski ilmî usullerini devam ettirdiler. İslâm akaidi dahi kültür birleşmesinin dışında kalmadı. Sanılır mı ki, bir İranlı, Hristiyan Suriyeli veya bir Rum, bir Mısırlı Kıptî, İslâm dinine girince atalarından ve ecdadından asırlar boyunca gelen bütün inanç ve telâkkilerini bir anda bırakıp, İslâmî talimatları, yeni dinin icâb ettirdiği bir şekilde anlayacaktır? Asla. Buna imkân yoktur. Zira böyle bir durumu psikoloji kesinlikle reddeder.
Bir İranlının Hristiyan bir Rum’dan farklı bir ilâh tasavvuru vardı. Mısırlı bir Hristiyan’ın ilâh tasavvuru ise, her ikisinden de farklıydı. Cennet, cehennem, şeytan, melek, âhiret, nebî gibi dinî lâfızların, her birine göre diğerinin anladığından farklı bir mânâsı vardı. Müslüman olan bu milletler, Müslümanlığında samimi olsalar dahi bunları her yönüyle ilk Müslümanlar gibi anlayamadılar. Gayet tabiidir ki, bu mevzuları, eski dinî telakkilerine göre ve dinlerinde kullanılan lâfızlara yakın bir şekilde anlayacaklardır.….”
“İslâmiyet ile diğer dinler ve inançlar arasında da çekişmeler ve savaşlar olmuştur…. Fiilî savaşlar, takriben Hz. Osman dönemindeki fetihlerle sona erse de, manevî alanlardaki savaşlar, çok uzun seneler sürmüştür. İslâm ülkesi, bu tür emel ve arzular savaşı için geniş bir saha teşkil etmiştir.
İranlılar, eski devlet ve memleketlerini özler oldular. Zira kendilerini Araplardan daha ileri ve çağdaş görüyorlardı. Rumlar da, Mısır da aynı arzu içkideydiler. Bu ülkeler, İslâm’ı kabul eden ve etmeyen zümrelere ayrıldılar. Herkes kendi dillerini konuştu. Fikir ve düşünce alanlarındaki savaş kıyasıya devam etti. Üstünlük, bazen Araplar, bazen İranlılar ve bazen de Rumlar arasında adeta paylaşıldı. Arapların üstünlüğü, din ve dil sahalarında olurken, diğer ırkların üstünlüğü, politika, sosyal düzen, felsefe, ilim ve diğer konularda oldu.” [1]
Bu nedenle Müslümanların arasında görülen bu fikrî, siyasî ve sosyal mücadele, zaman zaman azalıp çoğalsa da tarihin her döneminde hep var olmuş ve olmaya da devam etmektedir. Nitekim tenzil sonrası dönemlerde meydana gelen siyasî, kültürel ve sosyal olayların, farklı yönelişleri ve gruplaşmaları ortaya çıkarttığı; bunlardan Şia ve Haricilik gibi siyasî-dinî; Cebriyye ve Mu’tezile gibi fikrî-siyasî ve Hanefî, Malikî, Şafiî ve Hanbelî gibi fıkhî mezhepleri oluşturduğu görülüyor. Bu fırkalardan Şia ve Haricilik, ilk ortaya çıkışı itibariyle siyasî nitelikli iken sonradan dinî bir nitelik kazandığı; buna mukabil Cebriyye ile Mutezile’nin ise ilk çıkışı itibariyle fikri bir görünüm arz ederken sonradan siyasî bir niteliğe evirildiği biliniyor.
Bu fırkaların zuhurundan çok sonralarıdır ki Sünnî Müslümanlar, inanç ve düşünce sistemlerini ancak İmam Eş’arî ve İmam Mâturidî’nin kurduğu mezhepte buldular ve bu iki imamın sistemini benimsediler. Bu iki imamın sistemleştirdiği inanç esasları, kulun irâdesini kaldıran Cebriyye ile kula tam irâde, sorumluluk, hürriyet tanıyan Mutezile arası bir yere oturtuldu ve düşünce sistemleri arasında merkezî bir konuma getirildi. Ancak bunlardan Eş’arîlik, sistem olarak Cebriyye’ye, Maturîdîlik, ise Mu’tezile’ye yakın bir yer işgal etti.
Bu itikadî ve fıkhî mezheplerin oluşturduğu dinî kültür ve düşünce sistemlerinden bazısı, dini anlama ve yorumlamada aklı ve içtihadı öcelerken, bazısı da rivayetleri öne çıkardı. Dolayısıyla da her fırka, kendi düşünce sistemini ve geleneğini oluşturdu ve zamanla da bu geleneği, gelenekçiliğe dönüştürdü ve bunu da tek doğru olarak gördü ve göstermeye çalıştı. Bu da tabiî olarak beraberinde bir takım dinî ve sosyolojik sorunları getirdi. Bu sorunlar da zamanla tefrikaya sebep oldu ve çoğu zaman da istismar edildi.
Günümüzde ise bu problemlerden ayrı olarak bir de sanayi toplumuna özgü yeni problemler ortaya çıktı. Bu problemler arasında kapitalizm gibi ekonomik; pozitivizm, determinizm ve Darvinizm gibi bilimsel; sekülerizm gibi sosyal; laiklik gibi hukukî; hedonizm ve konformatizm gibi psikolojik; ateizm ve deizm gibi felsefî olanlar, Müslüman toplumları derinden etkilemeye başladı. Dolayısıyla bu problemlere çareler arandı.
Kimileri, bu düşünce sistemlerinin etkisinde kalarak, dinî kuralları bu sistemlere entegre etmeye çalıştı. Kimileri gelenekçiliğe sığınmayı bir çare olarak gördü. Kimileri tarihselciliği önerdi. Kimileri, gelenekçiliğe karşı olma adına geleneğe karşı çıktı ve çareyi mealcilikte buldu. Kimileri, İslâm’ı; Arap İslâm’ı, Emevî İslam’ı, İran İslâm’ı, Türk İslâm’ı olarak tanımlandı ve kendi anlayışlarını ve yorumlarını da “gerçek İslâm” olarak sundu.
Oysa ortada tek bir İslâm vardı ve söz konusu bu tanımlar da “anlam bilim” açısından yanlıştı. Anlam bilime uygun olan doğru tanım ise Arap Müslümanlığı, Emevî Müslümanlığı, İran Müslümanlığı ve Türk Müslümanlığı vs. şeklinde olmalı idi. Zira Müslümanlık tanımı, Müslümanların anladığı İslâm demekti ve bu da bizatihi İslâm’ın kendisi değil, onun beşer tarafından yapılan yorumlarıydı. Bu yorumlar, insan ürünü oldukları için de mutlak doğruyu ifade etmiyordu. Dolayısıyla bu tür yorumların kafa karışıklıklarına ve zihin bulanıklıklarına sebep olduğu ve bazı zihinlerde eksik ve yanlış İslâm imajı oluşturduğu ve böyle bir imajın oluşmasında da Batı kaynaklı sistemlerin etkisi kadar, hatta onlardan daha fazla bu tür tanımların ve yorumların etkili olduğu görüldü.
Bu sorunlara karşı ilim adamları, maalesef etkili çözümler getiremedi ve alternatif düşünceler ve tezler üretemedi. Zira çoğu ilim adamı, geçmişi nakletmekle yetindi ve mevcut bilgilerden yeni bilgiler üreteme yerine Batı’dan ve Doğu’dan tercümeler yapmayı, tercih etti ve bunu da bilimsel bir faaliyet saydı ve bu nedenle de problem çözücü düşüncelerin yer aldığı te’lif eserler veremedi. Dolayısıyla da bu sorunlara karşı ortak bir dinî kültür ve zihniyet oluşturulamadı ve daha da önemlisi, Batı düşünce sistemlerine alternatif olabilecek ve çağa hitap edebilecek evrensel içerikli yeni bir “İslâm medeniyeti projesi” ortaya konulamadı.
Yaygın eğitimdeki durum da bundan farklı olmadı; geleneksel vaaz konuları, din dili ve üslubu, aynen devam ettirildi ve bundan dolayı genç nesiller, bu dil ile yapılan konuşmaları yeterince anlayamadı. Anlaşılamayan bir dil ve üslup ile yapılan vaaz ve nasihatler ise toplumda ve özellikle de gençler üzerinde gereken etkiyi yapmadı/yapamadı.
Bu nedenle toplumun ve gençlerin ilgisini çekecek yeni bir din diline ve üslubuna ihtiyaç olduğu halde, bu ihtiyaç da giderilemedi. Zira genç nesil, dinî kuralların ve değerlerin nasıllığını öğrenmeden önce niçinlerini öğrenmek istedi. Namaz nasıl kılınır, nasıl oruç tutulur, nasıl hacca gidilir bilgilerinden önce niçin inanılması, niçin namaz kılınması, niçin oruç tutulması, niçin hacca gidilmesi gerektiğini bilmek istedi. Bunun için de din adamlarının, gençlerin her türlü “niçin?” sorularına cevap verebilecek bir bilgi ve kültür donanıma sahip olmaları gerekiyorken, bunun da gerçekleşemediği ve yüzeysel kaldığı görüldü.
Hz. Peygamber, “İnsanlara anlayabileceği şekilde/(bir dil ve üslup ile) konuşunuz” [2] ve “Bir gruba, akıllarının almayacağı şeyler söylerseniz, bu onların bir kısmı için fitne olur.” [3] demesine rağmen, onun bu tavsiyeleri de ya dikkate alınmadı, ya da yeterince uygulanmadı. Daha da önemlisi duygusallık, gelenekçilik ve grupçuluk, akla ve düşünceye galip geldi, dolayısıyla aktarılan bilgiler, beklenildiği gibi bir fonksiyon icra edemedi. Zira verilen her bilginin anlaşılması için ayrıca anlamlandırılması, yorumlanması ve güzel bir üslup ve anlaşılabilir bir dil ile sunulması gerekiyordu, ama gelenekçiliğin ve entegrizmin dinî söylemlere egemen oluşu nedeniyle bu da gerçekleşemedi, dolayısıyla İslâm, aslî hüviyeti ile topluma yeterince yansıtılamadı.
Neticede Kur’an’ın tenzil yöntemine ve bilgi hiyerarşisine dayanmayan, fakat geleneği gelenekçiliğe dönüştüren ve buna karşılık geleneksizliği savunan bir anlayış ve üslup ile sunulan Müslümanlık; eksik, yanlış ve ahlaktan uzak bir dindarlık algısını oluşturdu. Bu algı da toplumu olumsuz yönde etkilemeye başladı ve bazı insanları da İslâm’dan uzaklaştırdı.
Bu nedenle Müslümanlık anlayışlarımızın ve yaşam tarzlarımızın bir an önce sorgulanması ve bu sorunlara çareler üretilmesi gerekiyor. Aksi takdirde yeni nesil, ateizm, deizm, hedonizm ve konformatizmin etkisinde kalmaya devam edecek, zamanla da kaybolup gidecek ve yitirilmiş bir nesil olacak! Nitekim Prof. Dr. Ali Köse, duyarlı bir bilim insanı olarak “Dinin Geleceği” isimli kitabında bu konularla ilgili olarak önemli bilgiler vermekte ve Batı’dan verdiği örneklerle dikkat çekici uyarılarda bulunmaktadır.
[1] Ahmed Emîn, Fecru’l-İslâm, Beyrut, 1969, 93-94.
[2] Ebu Dâvûd, Edeb, 40 ;
[3] Müslim, Mukaddime, 3.