Meta, “Genel anlamda bir market değeri olan, alınıp satılabilen her türlü servis, ürün veya ilişkiyi ifade eder. Metalaşma ise daha önce bir market değeri olmayan servis, ürün veya ilişkilerin bir market (değiş-tokuş) değeri kazanması” olarak tanımlanır. Metalaştırma ise “vaz geçilmez, devredilemez ve alınıp satılamaz değerlerin metaya dönüştürülmesi” demektir. Bu tanıma göre metalaştırma, meta olmayan değerlerin, meta gibi nesneleştirilerek satışa sunulmasını ifade eder. Tarihi süreç içinde insanın köleleştirilerek bir meta gibi satılması da dahil birçok şey ve değer metalaştırılmıştır ve metalaştırılmaya da devam edilmektedir. Bu değerlerden biri ve en önemlisi de dinî değerlerdir. Bir değer, şayet metalaştırılırsa kendine özgü niteliklerini kaybeder, amaç değer olmaktan çıkar ve araç değere dönüşür, dolayısıyla da özünü, ruhunu ve niteliğini kaybeder. Dinî değerlerin metalaştırılması da bu kurala tabidir ve metalaştırılan her dinî değer de özünü ve ruhunu kaybetmektedir.
Kendine özgü niteliği nedeniyledir ki dinin, tarım toplumlarında özne/amaç değer olduğu; sanayileşme ile oluşan ve gelişen modern toplumlarda nesneye dönüştürülğü ve postmodern dönemde ise metalaştırıldığı; daha açık bir ifade ile geleneksel toplumlarda hayatın merkezinde yer alan, modernleşme ile birlikte bu konumunu önemli ölçüde yitiren dinin, postmodern dönemde ise yeniden öne çıkartıldığı, fakat metalaştırıldığı için de tüketim kültürünün bir aracı haline getirildiği müşahede edilmektedir. Dinî değerlerin metalaştırılmasının sadece postmodern döneme ait olmadığı, geçmişte de buna benzer metalaştırmaların olduğu bilinmektedir.
Nitekim “Allah’ın indirdiği kitaptan bir şeyler gizleyip onu az bir değere satanlara gelince; işte onlar karınlarını ateşten başka şeyle doldurmazlar. Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz ve onları arındırmaz. Onlar için acı verici bir azap vardır.” [1] ayeti, böyle bir metalaştırmayı ifade eder. Bu metalaştırma da Yahudi din adamlarının Tevrat’ı az bir paha karşılığında satmış olmalarıdır. Ayette geçen “semenen kalîlen/az paha” ifadesi böyle bir satışa işaret eder.
Bununla birlikte modernizm ile başlayan ve gelişen kapitalizm ve bunları takip eden postmodernizmin, Müslümanları da etkilediği; onların inanç ve düşünce dünyalarını derinden sarstığı ve onları dünyevî çıkarları ve ihtirasları uğruna dinî değerleri ve kavramları metalaştırmaya sevk ettiği görülmektedir. Nitekim müşterisine güven vermek ve bu sayede malını satmak için hiç gereği yok iken abdestli olduğunu söylemek veya yemin etmek; sattığı mallar ile doğrudan bir ilişkisi olmayan dinî bir kavramı, dükkanına isim olarak koymak ve bu kavramın verdiği imaj üzerinden müşteri kazanmaya çalışmak metalaştırma örneklerinden sadece bir kaçıdır.
1960’lı yılların sonuydu. Dedem ve küçük kardeşi, hac dönüşü İstanbul’a geldiklerinde onlara rehberlik ederek camileri gezdirmiştim. Onları birçok selatin camiine götürmüş, gezdirmiş ve en son olarak da Aksaray’daki Murat Paşa Camii’ne getirmiştim. Bir ikindi vaktiydi. Namaz kılındıktan sonra, dedemin âdeti üzere imamla tanışma faslı başladı. Dedem ve kardeşi, kendilerini tanıtırken yanımıza orta boylu ve orta yaşlarda bir bayan geldi. İmama dönerek bir hatim okutacağını söyleyerek kendisinden bir hatim okuyup okuyamayacağını sordu. İmam, “Tamam okuyalım, ama okunmuş hatimlerimiz de var, istersen onlardan vereyim.” deyice hanımefendi, “Peki, onlardan olsun.” dedi. İmam, “Hangisinden istiyorsun?” deyince biz birbirimize baktık. Hanımefendi de “Nasıl yani?” deme ihtiyacını hissetti. İmam, “Üç çeşit hatim var, yüz elli liralık, yüz liralık ve yetmiş beş liralık. Hangisinden olsun?” dedi. Kadıncağız “Yetmiş beşlik olsun.” dedi. Bunun üzerine imam bize “Çökün!” dedi ve biz de çöktük. İmam, kısa bir dua yaptı ve yetmiş beş lirayı aldı. Dedem, camiden çıktıktan sonra bana “Bu nasıl iş?” diye sordu. Ben de “Bilmiyorum, öğreneyim” demekle yetinmiştim. İmama o gün “Bu üç çeşit hatim nedir?” diye sormadığım için hâlâ pişmanlık duyuyorum.
Ertesi gün okulda Fatih Müftülüğünde murakıp olan bir arkadaşıma olayı anlattım. O da tebessüm ederek “Bu da bir şey mi? Sen Eyüp Camii’nde olanları görsen küçük dilini yutarsın.” diye cevap vermiş, orada yaşananları tek tek anlatmıştı. Dinî değerlerin nasıl metalaştırıldığını ve para için nelerin yapıldığını bu vesile ile öğrenmiştim. Bu da beni çok mahzun etmişti.[2]
Hatim ve mevlidin metalaştırılmasından sonra tüketim ekonomisinin etkisiyle tesettürün de moda, defile ve marka üçgenine hapsedilerek metalaştırılması ise başlı başına bir sorun olmaya başladığı görülüyor. Zira İslam’ın tesettürle Müslümana kazandırmak istediği “takva”nın, bu üçgende önemli ölçüde anlamını yitirdiği, dolayısıyla tesettürün bazı kesimlerce bir aksesuara dönüştürüldüğü ve bu nedenle tesettüre, dindeki konumuna göre değil de modaya göre anlam kazandırılmaya çalışıldığı anlaşılıyor. Böyle bir anlayışın oluşmasında ve gelişmesinde ise sosyal hayatın ve tüketim ekonomisinin, özellikle sosyal medyanın ve çevre baskısının etkisini de gözden ırak tutmamak gerekiyor. Zira moda, reklam ve çevre baskısı, bazı insanların muhafazakar ve seküler karışımı bir hayat tarzını benimsemelerine ve beğenilme duygularını canlı tutmalarına sevk ediyor; kimi insanların da bedenlerini metalaştırmalarına sebep oluyor. Hiç şüphesiz bu tür metalaştırmalarda hedonist duyguların etkisini de gözden ırak tutmamak gerekiyor.
Seneler önce okuduğum kitapta bir yabancının yazdığı “Müslümanların iki konuda kafaları karışık: Biri para, diğeri kadın.” sözünü hiç unutmadım. Buna bir meslektaşımın, “Bu çağda Müslümanlar masa, kasa ve nisa ile imtihan oluyorlar ama çok azının bu imtihanda başarılı olduğu görülüyor.” sözünü de ilave etmek gerekiyor. Zira bu sözün bazı Müslümanların hayatında maalesef bir karşılığı bulunuyor. Zira bu metalaştırma, teorik olarak her dönemde söz konusu olsa da pratikte günümüzdeki kadar yaygın ve etkin olmadığı anlaşılıyor. Nitekim hatim ve mevlit gibi dinî değerlerin yanında kefen, terlik ve kitap vs. gibi nesnelerin, rüyaların ve gaybdan haber vermelerin istismar edilerek metalaştırılması, bu yaygınlığı gösteriyor. Sadece Allah’ın bildiği, [3] Hz. Peygamber’in dahi bilemediği gayba ait bilgileri, birilerinin bildiğini iddia etmesi, dinî değerlerin bir başka istismar örneğini gösteriyor.
Allah Teâlâ’nın Hz. Peygamber’den “Bana ve size neler yapılacağını bilemem. Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Ben apaçık bir uyarıcıdan başka biri değilim.” [4] demesini isterken, birilerin böyle bir iddiada bulunması, Kur’an’ın genel muhtevası ve ruhuyla asla bağdaşmıyor!
Medine’de misafir kaldığı evde vefat eden Osman b. Ma’zûn için, evin hanımının, “Allah’ın rahmeti üzerine olsun ey Osman! Sana şahitlik ederim ki, Allah’ın ikram ve ihsanına nâil oldun.” Demesi üzerine, Peygamberimizin “Ona Allah’ın ihsanda bulunduğunu nereden biliyorsun?” dediği, bunun üzerine de o kadının, “Bilmiyorum ey Allah’ın Resulü” diye cevap verdiği; Peygamberimizin de “O, rabbinden gelen şüphe götürmez gerçekle karşı karşıyadır, ben onun için hayır umuyorum. Yemin ederim ki ben Allah’ın elçisi olduğum halde hakkımda ne yapılacağını bilmiyorum.” Sözü de bu gerçeği ifade ediyor. [5]
Daha da kötüsü bazı kişilerin, sadece kendi cemaatine dahil olan insanların, melekler tarafından doğrudan cennete götürüleceği iddiasıdır ve bu iddia, kendi cemaatini pazarlamaktan başka bir anlam ifade etmemektedir. Zira böyle bir iddiayı ne Kur’an ne de hadis doğrular. Hatta bu iddia, bir anlamda Orta Çağ Avrupa’sında kiliselerin masraflarını karşılamak için başvurdukları Endüljans uygulamalarını da çağrıştırmaktadır. Zira cennet, para ile satılan ve satın alınan bir meta veya bir yere ve bir ideolojiye mensubiyetle kazanılan bir mekân değil; iman, ahlak ve ibadetlerle kazanılan bir mekândır. Diğer bir ifade ile insanı cennete götüren, kişinin imanı, ahlakı ve ibadetleridir, yoksa bir beşere veya beşerî bir fikre, ideolojiye ve kuruma mensubiyeti değildir. Şayet bir yere mensubiyet insanı cennete götürseydi, Peygamberimizin kızı Fatıma’ya “Ey kızım Fatıma! Babam Peygamber diye güvenme Rabbine karşı kulluk vazifeni yap, Eğer Allah’tan nefsini satın alamazsan vallahi ben bile senin namına hiçbir şey yapamam..” [6] diye konuşur muydu? Peygamberimizin bu sözünden de anlıyoruz ki bir yere mensubiyet yeterli değildir. Allah’ın rızasını kazanmak için sağlam bir iman, ahlak ve ibadet kısaca amel-i salih gerekmektedir.
Kur’an’ın genel muhtevası bunu anlatıyor ve bunu söylüyor; Hz. Peygamber’in hayatı ve sözleri de bunu açıklıyor. Buna rağmen bazı Müslümanların, mensup olduğu guruba veya cemaate üç beş taraftar kazandıracağım veya üç beş kuruş kazanacağım diye dinî değerleri istismar edip metalaştırdıkları biliniyor. Ne hazindir ki bu kimseler, bu tür söylemleri ile dinî ve ahlâkî değerlerin yozlaşmasına; pek çok insanın dinden soğumasına ve uzaklaşmasına; kimi insanların ateizme ve deizme meyletmelerine ve kimi insanlarında yarı muhafazakar ve yarı seküler dinî bir yaşam tarzını benimsemelerine sebep olduklarını ya bilmiyorlar, ya da bilmemezlikten geliyorlar. Dolayısıyla böyle bir söylemin ve yaşam tarzının, Hz. Peygamber’in temsil ettiği İslâm ile tam bir uyum içinde olmadığını gösteriyor.
[2] Celal Kırca, Bir Nesle Mensubiyetin Hikayesi, İstanbul 2018, s.128-129.