
Vusul, bilindiği gibi “ulaşmak, erişmek”, usul ise bir amaca ulaşmak için izlenen doğru ve düzenli yol, yöntem” demektir. Bunun içindir ki Şeyh Edebali, “İlim bil, irfan bil, söz bil. İkram bil, kural bil, doyum bil. Usul bil, adap bil, sınır bil. Yol bil, yordam bil. Hâl bil, ahvâl bil, gönül bil.” Tavsiyesinde bulunur.
Şah İsmail Hatâyî ise
“Bir usul bilmez insan elinden
Usul ağlar, erkan ağlar yol ağlar,
Bülbülün figanı gonca gülünden,
Bülbül ağlar diken ağlar gül ağlar,
Usul erkan bilmez nadan elinden.” Diyerek usulsüzlüğün yanlışlığına ve zararlarına dikkat çeker.
Nitekim atalarımız da yaşadıkları acı tecrübelerin ve çektikleri sıkıntıların da etkisiyle olmuş olacak ki “Vusulsüzlüğümüz, usulsüzlüğümüzdendir” sözünü söyleme ihtiyacı hissetmişlerdir. Bunun içindir ki “Usul, esasa mukaddemdir /usul, esastan önce gelir” kaidesi, başta hukuk ve ilim olmak üzere hayatın her alanında büyük önem arz eder. Dolayısıyla yaptığı işin usulünü bilenler, her zaman başarılı; bilmeyenler ise başarısız olmuşlardır.
Diğer bir ifade ile insan veya bir toplum, istediği ve arzu ettiği bir şeye kavuşamıyorsa bunun en önemli nedenlerinden biri de o kişinin veya toplumun yapacağı işin usul ve erkanını bilmeyişindendir. Çünkü “Usul, bir işin veya bir düşünce sisteminin temelini oluşturan ilke, yöntem ve kralları ifade eder.” Bu kuralları bilmeyen insan, vasıl olacağı yere giden yolu bilmeyen ve sürekli dolaşıp duran acemi şoföre benzer. Nitekim yolu bilenle, bilmeyen bir olmadığı gibi, yapacağı işi bilenle bilmeyen de bir olmuyor.
Yıllarca önce bir makalede Batı toplumlarının işlerini satranç, Doğu toplumlarının ise tavla oyunu gibi yaptıklarını okumuştum. Makalede kast edilen İslâm toplumlarıydı. O zaman bu ifadenin ne anlama geldiğini pek fark edememiş olacağım ki, yıllar geçtikçe fark etmeye başladım ve bu mukayesenin de yanlış ve abartılı olmadığını anladım. Bu iki oyun arasında ne fark vardı? Bilmiyordum, anlamak istedim ve araştırdım.
Edindiğim bilgiye göre, satrançta oyun kurma vardı, tavlada ise yoktu; atılan zara göre oyun kuruluyordu. Satranç oyununda oyuncu, maharetine göre birkaç el sonrasını görme ve tahmin edebilme imkânı elde ederken, bu tavlada mümkün değildi. Bu iki oyun tarzının bize verdiği mesaj; hayatını ilkeli, kurallı, planlı ve programlı yaşayanlar, her zaman tesadüflere ve rastgele yaşayanlara göre daha başarılı olduğudur. Nitekim Batı’nın başarısı, İslâm aleminin başarısızlığı, acizliği ve perişanlığı da buradan kaynaklanmaktadır.
İslâm aleminde yaşanan gerçeklik de bunu gösteriyor. Nitekim İslâm aleminde çoğu Müslümanın deprem ve sel gibi tabiî olgularla veya hastalık gibi sağlık sorunlarıyla karşılaşmadan önce her hangi bir tedbir almadıkları, olabilecek olumsuzlukları önceden tahmin ederek çözüm aramadıkları, ancak olay meydana geldikten veya iş işten geçtikten sonra çözüm aramaya başladıkları görülüyor. Bunun da nedeni, genelde Müslümanların okumaya, araştırmaya ve araştırma yöntemlerine olan ilgisizliği ve buna bağlı bilgisizliği, bilinçsizliği ve basiretsizliğidir. Dolayısıyla da uzun vadeli düşünme yeteneklerinin gelişmemesi, “Bir şey olmaz” anlayışına ve zihniyetine sahip oluşlarındandır.
Her konuda rehber olan Kur’an’ın bu konuda da bize rehberlik ettiği görülüyor, ama çoğu Müslüman bunu bilmiyor. Zira onu anlamak için okumuyor. Bu nedenle de onun genel muhtevasından ve tenzilinden, yol gösterici ilke ve kurallarından ve verdiği önemli mesajlardan haberdar olamıyor. Anlamak ve verdiği mesajlardan haberdar olabilmek için anlama usullerini de bilmek gerekiyor. Zira usulsüz bir anlamada, doğru ile yanlışın ayırt edilemediği, çoğu zaman bu tür anlamaların zandan ibaret kaldığı; bunun için de fıkıh usulü ve tefsir usulü gibi ilim dallarına ihtiyaç duyulduğu ve bu ilim dallarına göre yapılan anlama faaliyetlerinin daha doğru bir anlamaya yardımcı olduğu ve katkı sunduğu biliniyor.
Verilen mesajlardan Kur’an muhtevasının amaç, tenzilinin ise araç olduğu anlaşılıyor. Diğer bir ifade ile onun muhtevası amaç/vusul ise, onun tenzili de araç/usul anlamına geliyor. Bu usul sayesindedir ki Hz. Peygamber, 23 yıllık süre içinde Kur’an’ın muhtevasını hayata yansıtabilmiştir. Şayet Kur’an, parça parça değil de bir kitap olarak indirilseydi, acaba İslâm fertleri ve toplumu bu kadar etkileyebilir miydi?
Kur’an, şayet birden inseydi, ihtiva ettiği hükümler de birden inmiş olacağından yeni Müslüman olacak kimselerin, bu hükümlerle de sorumlu olması zorunlu olacak ve bu da onlara çok zor ve ağır gelebilecekti. Mesela, Müslümanların sayıca az oldukları sırada cihat etmeleri gerekecek ve bu da İslâm’ın daha doğmadan yok olmasına sebep olacaktı. Nitekim Peygamberimiz’ in Bedir Savaşı’nda Cenab-ı Hakk’a, “Sana ibadet eden bir avuç insana yardım etmezsen, sana yeryüzünde ibadet edece hiçbir kimse bulamazsın” diye dua etmesi de bu gerçeği ifade ediyordu. [1]
Ayrıca böyle bir uygulama, tedriç ve kolaylaştırma kaidesine de aykırı olurdu ve bu da İslamiyet’in çabuk yayılmasına engel olabilirdi. Nitekim Buhârî’nin Hz. Aişe’den yaptığı bir rivayette, “Resul’e inen ilk sure mufassal bir sure olarak inmiştir. O surenin içinde cennet ve cehennemin hatırlatılması vardır. İnsanların kalbi İslam’a ısınınca, helal ve harama dair hükümler gelmiştir. Şayet ilk inen ayet, ‘İçki içmeyin!’ olsaydı, mutlaka onlar, ‘biz içkiyi terk etmeyiz!’ derlerdi. Ve yine ‘zina etmeyin!’ denilseydi, yine onlar, ‘biz zinayı asla bırakmayız!’ derlerdi”. [2] Sözü, bu usulü/ tedriciliği anlatmaktadır.
Cahiliye döneminde Araplar, tamamen maddeci bir hayat yaşamakta, hatta manayı da maddede aramakta idiler. Yani manası da maddeden ibaretti. Böyle bir yaşayış ve anlayış için de olan Arap toplumu, nazil olan ayetlerin mefhumlarını tam anlamıyla kavrayamıyorlardı. Çünkü zihniyetleri ve önyargıları bunu kavrayacak bir yapıda değildi. Kur’an-ı Kerim, onların içine düştükleri maddî hayat, maddî düşünce ve maddî Allah telakkisi ve tasavvurundan kurtarmak için öyle bir usul ve öyle bir üslupla geldi ki yirmi üç sene gibi çok kısa bir sürede şartlanmış bir toplumu, düştüğü bataklıktan kurtarıverdi.
Kur’an’ın getirdiği ve Hz. Peygamber’in de uyguladığı bu yöntem, maalesef tenzil sonrası dönemlerde dikkate alınmadı, dolayısıyla Kur’an bütünlüğünü hedefleyen bir düşünme ve anlama yöntemi yerine, ideolojilere dayalı bir anlama usulü tercih edildi, bu usulle yapılan Kur’an’ı anlama, bütünlükten yoksun parçacı bir anlayış ve yaklaşımla topluma yansıtıldı. Dolayısıyla bu durum, farklı farklı din yorumları ve algıları oluşturdu.
Nitekim günümüzde bu algıya bağlı olarak gelişen dindarlık anlayışı ve zihniyeti ile çoğu Müslümanın, bir taraftan ibadetlerini ihmal etmeme; Cuma günleri mesaj atma ve Cuma ve bayram namazlarını terk etmeme; kandil gecelerini ihya etme, bayram ziyaretlerine önem verme gibi ritüellere azamî özen ve ihtimamı gösterirken; diğer taraftan da şahsî çıkarları ve maddî menfaatleri için yalan konuştukları, insanları aldatmada sakınca görmedikleri, nefsanî arzu ve isteklerine boyun eğdikleri, hatta nefislerini tanrılaştırdıkları ve bu nedenle de rahatlıkla haram işledikleri ve kul hakkı yedikleri görülmektedir.
Bu zihniyete sahip kimi Müslüman da ikiyüzlülüğü, riyakârlığı ve gösterişi bir meziyet olarak algıladı, dinî kuralların şekline önem verdi, ama onun ruhunu yansıtan adalet, merhamet, doğruluk, dürüstlük, emanete riayet gibi ahlâkî değerleri önemsemedi ya da önemsemez göründü. Dolayısıyla bu kişiler, Kur’an’ın ruhundan ve özünden uzak, helal ve haram; doğru-yanlış; güzel-çirkin, iyi kötü ve dengele-i dengesiz ayırımı yapmayan seküler bir hayatı benimsedi. Bu da yıllar önce Ömer Hayyam’ın,
“Bir elde kadeh, bir elde Kuran;
Bir helâldir işimiz, bir haram.
Şu yarım yamalak dünyada
Ne tam kâfiriz ne tam Müslüman!” [3] diyerek hicvettiği bir Müslüman tipini oluşturdu.
Neticede Kur’an bütünlüğünü ve muhtevasını yansıtmayan usulsüz anlama faaliyetlerinin, Müslümanları birlik ve beraberliğe götürmediği, hatta parçaladığı ve tefrikaya düşürdüğü, dolayısıyla onları acizlik ve çaresizlikten; adaletsizlikten; çıkarlarını her şeyin önüne koymaktan; kul hakkı yemekten, kısaca haramlardan kurtararak takvalı bir dinî hayata ulaştıramadığı görülüyor.
[1] İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, Beyrut, tarihsiz, 2/279.
[2] Buhârî, Sahîh, Fezâilü’l-Kur’ân, 6.
[3] Ömer Hayyam, Dörtlükler, Çev. Sabahattin Eyüboğlu, İstanbul 2015, s. 31.