Din, insanlık tarihi boyunca bireyin varoluşsal anlam arayışlarının en güçlü kaynaklarından biri olmuştur. Ne var ki modernleşme, sekülerleşme ve küreselleşme, insanın din ile kurduğu bu ilişkiyi bozarak karmaşık bir hâle getirmiş; dolayısıyla bir yandan dinî inançtan uzaklaştırmayı, artan bireyselleşme ve rasyonalist söylemlerle meşrulaştırırken; diğer yandan da dine dönüşün, kimlik arayışlarının ve ruhsal dinginliklerin doldurulmasında önemli bir seçenek olmuştur. Bu da dinin, modern kimliklerin inşasında hâlâ etkin bir konumda olduğunu göstermektedir. Nitekim dinin bu etkilerini yansıtan örnekleri hem geçmişte hem de günümüzde roman hikaye ve şiirlerde görmekteyiz. Mesela Yahya Kemal, “Ezansız Semtler” adlı makalesinde bu etkiyi yansıtan düşüncelerini şöyle açıklamaktadır:
“Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde doğan büyüyen, oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı? O semtlerdeki minareler görülmez, ezanlar işitilmez, Ramazan ve kandil günleri hissedil mez. Çocuklar, Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler?
“İşte bu rüya, çocukluk dediğimiz bu Müslüman rüyasıdır ki bizi henüz bir millet halinde tutuyor: Bugünkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler, mübarek günlerin akşamlan bir minderin köşesinden okunan Kur’an’ın sesini işittiler; bir raf üzerinde duran Kitabullah’ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gülyağı gibi bir ruh olan sahifelerini, kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandilleri yakarken, ramazanların, bayramların topları atılırken. sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, camiler içinde şafak sökerken Tekbir’leri dinlediler, dinin böyle bir merhalesinden geçtiler hayata girdiler, Türk oldular”
“Bugünün çocukları büyük bir ekseriyetle yine Müslüman semtlerde doğuyorlar, büyüyorlar, eskisi kadar derin bir tahassüs ile değilse bile yine Müslümanlığı hissediyorlar. Fakat fazla medenileşen üst tabakanın çocukları ezansız yeni semtlerde alafranga terbiye ile yetişirken Türk çocukluğunun en güzel rüyasını göremiyorlar. Bu çocukların sütü çok temiz, hilkatleri çok metin olmalı ki ileride alafranga hayat, Türklüğü büsbütün sardıktan sonra milliyetlerine bağlı kalabilsinler, yoksa ne muhit ne yeni yaşayış, ne semt, hiç bir şey bu yavrulara Türklüğü hissettirmez.”
“Dinsizliğin kayıtsızlığın aksülameli başladı” diye devam eden bu makalesinde Yahya Kemal, Büyükada’da gittiği bir bayram namazında yaşadıklarını da şöyle anlatır:
“Namazdan çıkarken, kapıda ayandan Reşid Akif Paşa durdu. Bayramlaşmayı unutarak elimi tuttu: “Bu bayram namazında iki defa mesudum hamdolsun sizlerden birini kendi başına camiye gelmiş gördüm! Berhudar ol oğlum, gözlerimi kapamadan evvel bunu görmek beni müteselli etti!” dedi. Hem geldiğimi hem de bayramımı tebrik etti.” Sonra da şunlarını dile getirir:
“Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık, biz böyle bir sabah namazında anne millete tekrar dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklar.” [1]
Claude Farrére, ise “Türklerin Manevi Gücü” isimli eserinde, bir Türk paşasıyla dostluk kurduğunu ve hem kendisinin hem de eşinin din ile bir ilişkisinin olmadığını, sadece sözde Müslüman olduklarını anlattıktan sonra küçük kızları Günay ile ilgili bir bilgi de verir. Claude ve eşi, hekimi ve eşini yemeğe davet eder, fakat paşanın öönemli bir işi olduğu için bu davete katılamaz, sadece eşi ve kızı iştirak eder.
Yemek esnasında Claude, içki ısmarlar, fakat Günay Hanım, içki içmediğini söyler. Bunun üzerine Claude, Günay Hanıma, “ Çabuk büyürüm diye mi korkuyorsunuz?” deyince annesi hemen söz karışır ve “ Ne gezer efendim, mesele sizin sandığınız gibi değil, çok daha ciddi” der. “ Nasıl yani?” deyince annesi de , “Günay iyi bir Müslüman; şarap içmez, bir damla bile. Ramazan gelince oruç tutar” diyerek memnuniyetsizliğini belirtir. Bundan sonra Claude, duygularını şöyle ifade eder:
“Günay Hanıma, hayretle, hayranlıkla bakıyordum. On yaşına bakmadan baba evinin tutumunu merhametsizce altüst eden, en küçük bir zayıflık göstermeden kedi kendine verdiği imana sadık kalan, tek başına atalarının ananesini, dinini devam ettiren bu çocuğa hayran olmuştum!”
“Türkler, belki takip edilecek yolda yanılıyorlar… Şu veya bu şekilde hatalar, hatta çılgınlıklar yapmış olabilirler… Ama onlar, bütün bu hataların, içlerinde en saf Türk karakterini taşıyanlar tarafından kendi çocukları tarafından tashih edilmesine lâyık değiller mi? Şüphesiz Tanrının izniyle!” [2]
Henry C. Link de “Dine Dönüş” isimli kitabında, modern bireyin hissettiği boşluk karşısında dine dönüşün psikolojisini ele alır. Ona göre, din yalnızca bir inanç sistemi değil, aynı zamanda bireyin ruhsal sağlığı, aidiyet duygusu, ahlaki sorumluluk ve toplumsal uyum açısından önemli işlev gören bir yapıya sahiptir. Modernleşmenin, sekülerleşmenin, entelektüel bireyciliğin, bilimsel materyalizmin ve ahlakî relativizmin getirdiği sonuçların, insanlarda oluşturduğu tatminsizlik, yalnızlık ve anlam arayışı gibi ruhsal sorunlara temas eder ve bu sorunlara cevap arar.
Dine inanmayan insan, çoğu kere Tanrı’yı reddederken bile O’nun yerine bir başka değeri koyduğunun farkında değildir. Bu değer akıl olabilir, bilim olabilir, ideoloji olabilir, hatta kendi benliği olabilir, hiç fark etmez. Zira bu dönüş, ilahî dinden beşerî bir dine/seküler bir forma dönüşü ifade eder. Zira bu dönüşte inanç değişmemekte, ama bu inancın nesneleri değişmektedir. Bunun da nedeni insanın, hayat yolculuğunda çoğu kez düz çizgide gidemeyişi, zikzaklarla, duygusal gelgitlerle devam edişidir. Zira pek çok insan, egolarının ve hedonizmin rüzgarına kapılmakta ve bu nedenle de inancını yitirmekte; bu da din duygusu ile doğan insanın, bir takım sebeplerle dinden özgürleşmesini ifade etmektedir.
Bununla birlikte bazı kişilerin, zamanla gittiği yolun yanlışlığını fark ederek fıtratına geri döndüğü ve bu dönüşün de o kişide ruhsal bir dinginlik sağladığı görülmektedir. Zira bu dönüş, o kişiye daha önce tatmadığı duyguların kapısın açmakta ve sahip olduğu inancı bir mirasçı gibi değil de kendi emeği ile kazandığı bir değer olarak algılamasına katkı ve imkân sunmaktadır. Daha da önemlisi insana, “Tanrı yoksa ben kimim?” veya “ “Tanrı varsa ben nasıl yaşamalıyım?” sorularını sordurtmaktadır. Dolayısıyla birinci soru Tanrı’yı, sorgularken, ikinci soru insana kendini sorgulatmakta; diğer ifade ile insan, kendini ve düşüncelerini sorgulayıp iç derinliklerine indikçe korkusunu, aczini ve umutlarını daha iyi anlama ve tanıma imkânı bulmakta; kalabalıklar içindeki yalnızlığını daha iyi hissetmektedir.
Dolayısıyla bu yalnızlık, dostları olmamak veya iletişimsizlik anlamında değil; daha çok, insanın özünde bulunan ve yankılanan bir sessizliği, diğer bir ifade ile tarif edilemeyen ve bazen de acı veren bir boşluğu insana hatırlatır Şayet insan, onlarca, hatta yüzlerce kişiyle yan yana olsa da Allah ile bağını zayıflatmış veya koparmış ise yalnız olan bir kişidir ve asıl ve gerçek yalnızlık da budur. Zira bu yalnızlık, insana daha fazla huzursuzluk vermektedir. Bu nedenledir ki Kur’an, gerçek huzurun Allah’a bağlanmada olduğunu açıklar ve “Bilesiniz ki kalpler, ancak Allah’ı zikretmekle huzur bulur.” [3] Der.
Bu ifade, sekülerleşen ve yalnızlaşan insana yol gösterir ve umut aşılar. Çünkü sekülerleşen insan, değer kazanmak için çabaladıkça daha çok tükenmekte; gösterişin, tüketimin, hızın ve hazzın girdabında kaybolmakta, dolayısıyla özünden ve ruhundan gittikçe uzaklaşmaktadır. Allah’a yönelmek ise insanın kendisini tanımasına ve varoluşunun anlamını daha iyi kavramasına yardımcı olmakta ve önemli katkılar sunmaktadır. Bunu da insan, ancak dua ve ibadetlerle elde etmektedir.
Dua ve ibadetler, yalnızlık anlarında insanın sadece bir sığınağı değil, aynı zamanda onun özgürlük alanıdır. Çünkü insan, Rabbine yöneldiğinde, “mahalle baskısından”, başkalarının onayından ve beğenilerinden kurtulur, kendi hakikatiyle yüzleşir, kısaca kendi olur. İnsanın Allah’ yönelmesi, bu dünyanın sadece bir oyun ve eğlenceden ibaret olmadığını ve bu dünyaya gelişinde bir amacın olduğunu ona hatırlatır ve kendine gelmesini sağlar. Böylece insan, içinde hissettiği derin boşluğu doldurarak bu hayatta yalnız olmadığını anlar. Bu sayede insan, kalabalıkların içinde yürürken bile kendi iç dünyasında saklı bir huzur hisseder. Çünkü bilir ki, Allah daima onun yanındadır ve kendisine şah damarından daha yakındır.[4] [4]
[1] Yahya Kemal, Aziz İstanbul, İstanbul 1969/126-130; Bu yazı ilk defa 23 Nisan 1922 de Tevhid-i Efkar Gazetesi’nde neşredilmiştir.
[2] Claude Farrére, “Türklerin Manevi Gücü” Tercüme Orhan Bahaddin, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul, tarihsiz, s. 29-300.