İnsanlık, günümüzde bir yandan bilimsel ve teknolojik ilerlemelerin zirvesine doğru yol alırken, diğer yandan da ahlâkî ve vicdanî duyarlılığını önemli ölçüde kaybediyor. Bilindiği gibi vicdan, “insanın iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı ayırt etmesini sağlayan derunî bir muhasebe yetisidir.” Ancak insanın fıtratında sadece iyiye ve doğruya yönelme eğilimi değil, aynı zamanda kötülüğe yönelme eğilimleri de mevcuttur. Bu nedenledir ki insanın fıtratında yer alan nefsanî arzular ve menfaat kaygıları başta olmak üzere toplumsal yozlaşma, onun iyiye ve doğruya yönelmeyi ifade eden vicdanını, köreltme potansiyeline de sahip bulunmaktadır. Nitekim “Ona (insana) hem kötülüğü hem de (kötülükten) sakınmayı (hayr ile şerri) ilham etti” [1] ayeti de insanın fıtratında yer alan hem kötülüğe yönelme eğilimine, hem de ondan sakınma yetisine işaret etmektedir.
Kur’an’da vicdan kavramı geçmese de bu kavramın anlamını ifade eden “kalp” kavramı mevcuttur. Zira Kur’an’a göre kalp, sadece biyolojik bir organ değil, aynı zamanda ahlâkî idrakin de merkezidir. Kalbin katılaşması, vicdanın köreldiğini de içermektedir. Nitekim Yahudilerle ilgili olan “Bundan sonra kalpleriniz katılaştı, taş gibi, belki ondan daha katı oldu, çünkü bazı taşlar vardır ki onlardan ırmaklar kaynar, bazı taşlar da yarılıp içinden su fışkırır, bazısı da Allah korkusundan yuvarlanır gider, Allah işlediğinizden gafil değildir.” [2] ayetinin muhtevasından, vicdanların köreldiğini ve körele bilineceğini anlıyoruz. Nitekim günümüzdeki mevcut savaşlar, yoksulluk ve çevre felaketleri karşısında bazı toplumların sessiz kalması, buna karşılık tüketim çılgınlığı, bireyciliğin kutsanması, vicdanların köreldiğini de gösteriyor.
Günümüz dünyasındaki savaşlar, göçler, yoksulluk ve açlık, milyonları etkilediği halde, teknoloji, tüketim kültürü ve konfor sayesinde duyarsızlaşan; bencil ve çıkarcı bir kişiliğe bürünen insanların bu duruma sessiz kalmaları, vicdanlarının körelmesinden başka bir anlam ifade etmiyor. Vicdanların köreldiğini gösteren diğer olgu da sosyal medyanın bu duruma bigane kalması ve daha da kötüsü “gösteri nesnesi” haline getirmiş olmasıdır. Nitekim bu durum, Gazze olaylarını da geçmişte tıpkı Irak savaşında olduğu gibi televizyon kanallarının aylarca bombalanan insanların ölümlerini ve acılarını görmezlikten gelerek yıldız savaşlarını andıran bir görüntü ile vermelerine benziyor.
İnsanoğlu bugün, tarihin ilmî ve en ileri teknolojik dönemini yaşasa da bu ilerleme, kalpleri yumuşatmıyor, vicdanları uyarmıyor, bilakis daha da katılaştırıyor. Nitekim dünyanın dört bir yanında kanlar akıyor; açlıktan insanlar ve çocuklar ölüyor; yaşanan bu zulümlere karşı genellikle insanların sessiz kalışı, vicdanların köreldiğini düşündürüyor. Ekranlarda acı görüntüler izleniyor ama birkaç saniye sonra başka bir videoya geçiliyor. Duygular hızla tüketiliyor. Vicdanlar, birkaç dakikalık “seyirlik” bir görünüme hapsediliyor ve ölümler de sadece istatiksel bir anlamdan öte geçemiyor.
Bu nedenle insanlık, bugün ciddî bir vicdan sınavı veriyor. Bir yanda menfaat, vurdum duymazlık, ihtiras ve doyumsuzluk, vicdanları baskı altına alırken ; diğer yandan da vicdanları körelen insanların bu zulümleri ve haksızlıkları karşısında buna tahammül edemeyen insanların vicdanlarını da uyandırmaya vesile oluyor. Bu bağlamda “Allah bir kavmi, onlar kendilerindekini değiştirmedikçe değiştirmez” [3] ayeti, insanlığa hem umut veriyor, hem de bir çıkış yolu gösteriyor. Zira bu ayet, bir taraftan toplum vicdanlı ise, bunu değiştirmeden korumasını istiyor; değilse bu insanların kendilerini değiştirmedikçe bu badireden kurtulamayacaklarını haber veriyor.
Bu nedenledir ki vicdanların kararması da uyanışı da ilk önce insanın kendisinden başlıyor ve daha sonra topluma sirayet ediyor. Bunun için de insanın yüreğinde bir kıvılcımın çakması gerekiyor. Konfüçyüs’ün “Karanlığa küfredeceğine bir mum yak” sözü de tam bunu ifade ediyor. İnsan, bir mum ışığından ne olacak? dememeli. Hz. Peygamber de İslâm’a davetini ilk öce bir kişiyle başlamamış mıydı? Daha sonra insanların İslâm’a girmeleri tek tek gerçekleşmemiş miydi? Bu da yerinde ve zamanında kalplerde yakılan bir ışığın, zamanla ateşe dönüştüğünü; şirkin ve zulmün soğuğu ile üşüyen ve titreyen insanlara da çare olduğunu gösteriyor.
Nitekim Peygamberimizin, “Müminler birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet etmede ve birbirlerine şefkat göstermede bir beden gibidir. Bedenin bir uzvu rahatsız olursa, diğer organlar da o acıyı duyar.” [4] sözü, bu gerçeği yansıtıyor. Yine Hz. Peygamber’in “İman etmedikçe cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız. Yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selâmı yayınız.” [5] sözünden de bu anlaşılıyor. Sorun şurada ki acaba Müslümanlar, bugün birbirlerini ne kadar seviyor ve tek vücut gibi hareket edebiliyor?!
Bununla beraber günümüzde her ne kadar sevgi bağı zayıflasa ve insanların vicdanları körelse de Müslümanlığın potansiyeli, sevgi bağını güçlendirerek vicdanları yeniden uyandıracak bir imkâna da sahip bulunuyor. Yeter ki her Müslüman, bu bilgi, bilinç ve iradeye sahip olsun ve Kur’an’ın kılavuzluğuna ihtiyaç hissetsin! Bu ona yol gösterecek ve körelmiş vicdanları uyandıracaktır. Nitekim Gazze olayları nedeniyle hem İslâm aleminde, hem de Batı’da yapılan mitingler, eleştiriler ve Sumud, bunun bir örneğidir ve vicdanların tamamen körelmediğini ve uyanmaya başladığını da göstermektedir. Çevre bilinci, hayvan hakları, adalet ve eşitlik talepleri de dikkate alındığında bu uyanışın, sadece acıyla ve zulümle ilgili olmadığı, insanlığın huzuru ve rahatı için de olduğu unutulmamalıdır. Bu nedenle genç kuşakların ve bazı insanların, haksızlığa, zulme ve adaletsizliğe karşı gösterdikleri duyarlılık ve maneviyat arayışları, gelecek için umut vaat etmektedir.[6]
[6] CharGPT’den de yararlanılmıştır