BU RAPORLARDAN BARIŞ ÇIKAR MI?
MAKALE
Paylaş
20.12.2025 18:00
95 okunma
Cemal Akkuş

TARİHSEL TRAVMALAR, JEOPOLİTİK KISKAÇ ve TERÖRSÜZ TÜRKİYE ARAYIŞININ STRATEJİK ANALİZİ

Türkiye Cumhuriyeti, ikinci yüzyılının şafağında, tarihinin en kritik stratejik dönemeçlerinden birini yaşamaktadır. "Terörsüz Türkiye" hedefiyle başlatılan ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin tarihi çağrısıyla yeni bir boyut kazanan süreç, sadece kırk yıllık düşük yoğunluklu bir çatışmanın askeri olarak sonlandırılması çabası değildir. Bu süreç, küresel sistemin yeniden şekillendiği, Ortadoğu sınırlarının fiilen buharlaştığı, vekalet savaşlarının konvansiyonel devlet çatışmalarına evrildiği ve "Büyük Ortadoğu" üzerindeki harita mühendisliğinin yeni bir safhaya geçtiği bir dönemde, Türk devletinin bekasını ve toplumsal bütünleşmesini sağlama iradesinin en somut tezahürüdür.

Bu rapor, MHP ve DEM Parti tarafından hazırlanan ve Türkiye’nin geleceğine dair iki taban tabana zıt, ancak aynı coğrafyada kesişen vizyonları temsil eden raporların derinlemesine analizini içermektedir. Analiz, sadece güncel politik manevraları değil, Türk milletinin son iki yüzyılda yaşadığı imparatorluk kaybı travmasından, Sykes-Picot düzeninin yapay sınırlarına; İsrail’in "Çevre Stratejisi" ve Oded Yinon Planı’ndan, Amerikan dış politikasının Suriye Demokratik Güçleri (SDG) üzerindeki tahakkümüne kadar geniş bir jeopolitik perspektifi kapsamaktadır. Rapor, "Terörsüz Türkiye" söyleminin altındaki devlet aklını, MHP’nin üniter devlet yapısını koruma refleksini ve DEM Parti’nin "demokratik özerklik" ve "anayasal vatandaşlık" taleplerini, daha önce analizini yaptığımız ve Alarm’da yayınlanan ‘Bir Anket Bir Analiz’ raporunun sosyolojik verileri ışığında karşılaştırmalı olarak irdelemektedir. Nihai amaç, bu iki raporun satır aralarından bir "barış" ihtimalinin çıkıp çıkmayacağını, tarafların kırmızı çizgilerini ve Türkiye’nin uzun vadeli stratejik çıkarlarını, hamasetten uzak, veri temelli ve analitik bir yaklaşımla ortaya koymaktır.

Bölüm I: Tarihsel Derinlik ve Sosyolojik Fay Hatları

1.1. Türk Milletinin Son 200 Yıllık Travmaları: "Beka" Kavramının Ontolojik Kökeni

Türk devlet aklının ve MHP raporunda  ısrarla vurgulanan "beka" (varoluş) kavramının köklerini anlayabilmek için, Türk milletinin son iki asırda maruz kaldığı jeopolitik travmaları analiz etmek elzemdir. 19. yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu için sadece toprak kayıpları değil, aynı zamanda Balkanlar'dan Kafkaslara, Kırım'dan Ortadoğu'ya kadar geniş bir coğrafyadan Anadolu'ya çekilme ve "yok oluş" korkusunun iliklere kadar hissedildiği bir dönem olmuştur.  

Özellikle Balkan Savaşları (1912-1913) sırasında yaşanan hezimet ve Rumeli'nin kaybı, Türk entelijansiyasında ve devlet hafızasında onarılması güç bir yara açmıştır. Bu travma, "Sevres Sendromu" olarak adlandırılan ve Batılı büyük güçlerin (Düvel-i Muazzama), yerel etnik ve dini azınlıkları (Ermeniler, Rumlar ve daha sonra Kürtler) kullanarak Anadolu coğrafyasını parçalama niyetinde olduklarına dair derin bir endişe ve teyakkuz halini doğurmuştur. MHP raporunda terörle mücadelenin bir "asayiş sorunu" değil, bir "varlık-yokluk" meselesi olarak tanımlanması, bu tarihsel arka planla doğrudan ilişkilidir. Rapor, terörü emperyalizmin Türkiye'yi bölmek için kullandığı bir aparat olarak görmekte ve çözümün ancak bu aparatın (PKK) kayıtsız şartsız tasfiyesiyle mümkün olacağını savunmaktadır. 

Türk milletinin yaşadığı bu travma, devletin kurucu felsefesini şekillendirmiş ve üniter yapı hassasiyetini en üst seviyeye çıkarmıştır. İmparatorluğun çok uluslu yapısının dağılmasıyla elde kalan son kale olan Anadolu'da, homojen bir ulus inşası ve merkeziyetçi bir devlet yapısı, bir tercih değil, tarihsel bir hayatta kalma stratejisi olarak benimsenmiştir. Dolayısıyla bugün DEM Parti raporunda  talep edilen "yerel özerklik", "çok dilli kamusal alan" ve "anayasal statü" gibi kavramlar, devlet aklı tarafından demokratikleşme talepleri olarak değil, İmparatorluğun son dönemindeki "adem-i merkeziyetçilik" tartışmalarının ve akabinde gelen bölünmenin bir tekrarı olarak okunmaktadır.   

1.2. İngiliz Harita Mühendisliği: Sykes-Picot ve Sosyolojik Gerçeklikten Kopuş

Ortadoğu'nun bugün içinde bulunduğu kaosun temel nedenlerinden biri, I. Dünya Savaşı sırasında İngiliz diplomat Mark Sykes ve Fransız diplomat François Georges-Picot tarafından çizilen ve bölgenin sosyolojik, etnik ve mezhepsel gerçekliklerini tamamen göz ardı eden gizli paylaşım haritalarıdır. 1916 tarihli Sykes-Picot Anlaşması, bölge halklarının iradesini yok sayarak, cetvelle çizilmiş yapay sınırlar üretmiş ve bu sınırlar, aşiretleri, aileleri ve organik ekonomik havzaları birbirinden koparmıştır.   

İngilizlerin bu harita mühendisliği, "böl ve yönet" stratejisinin bir ürünüydü. Kürt coğrafyasının Türkiye, Irak, Suriye ve İran arasında bölünmesi, bu stratejinin en somut ve uzun vadeli sonuçlarından biri olmuştur. Bu bölünme, bölge devletleri ile Kürt nüfus arasında yüz yıl sürecek bir güvensizlik ve çatışma dinamiğini tetiklemiştir. Bugün Suriye'nin kuzeyinde YPG/SDG eliyle yürütülen "devletleşme" çabaları ve Kuzey Irak'taki gelişmeler, esasen Sykes-Picot düzeninin yarattığı boşluklardan ve çelişkilerden beslenmektedir.  

MHP raporu, Türkiye'nin üniter yapısını savunurken, aslında Sykes-Picot ile kurulan bu yapay düzenin daha da atomize edilerek "Balkanlaştırılması" riskine karşı bir duruş sergilemektedir. Raporda, dış güçlerin (İngiltere'nin tarihsel rolü ve bugün ABD/İsrail) bölgeyi mikro-milliyetçilikler üzerinden daha küçük ve yönetilebilir parçalara ayırma planına karşı, "Milli Devlet" ve "Üniter Yapı"nın korunması gerektiği vurgulanmaktadır. Buna karşılık DEM Parti raporu, bu sınırların Kürtleri inkar ettiğini belirterek, çözümün ulus-devlet sınırlarını aşan bir "Demokratik Konfederalizm" veya yerel özerklik modelinde olduğunu savunmaktadır. Ancak devlet aklı, bu tür modellerin, Sykes-Picot'un ikinci aşaması olan "mikro-devletçikler" dönemine geçiş için bir basamak olacağını değerlendirmektedir.   

1.3. Türk Milletinin Sömürgeci Olmayan Doğası ve Çok Kültürlülük Mirası

Batı sömürgeciliği ile Türk devlet geleneği arasındaki temel fark, "öteki"ne bakış açısında yatmaktadır. İngiliz, Fransız veya İspanyol sömürgeciliği, fethettikleri topraklardaki kaynakları ana kıtaya aktarmak, yerel kültürleri yok etmek veya köleleştirmek üzerine kurulu iken; Türk devlet geleneği, fethettiği toprakları "vatan"laştıran, halkı "tebaa" olarak kabul edip güvenliğini sağlayan ve vergi/askerlik karşılığında inanç ve kültür özerkliği tanıyan bir yapı sergilemiştir.   

Osmanlı Millet Sistemi, din esasına dayalı bir çoğulculuk modeli olarak, imparatorluk bünyesindeki farklı etnik ve dini grupların (Ermeni, Rum, Yahudi vb.) yüzyıllarca kendi dillerini, dinlerini ve hukuklarını (Ahval-i Şahsiye) korumalarına imkan tanımıştır. Türk milleti, tarihin hiçbir aşamasında ırk temelli bir asimilasyon politikası veya kültürel soykırım uygulamamıştır. MHP raporunda yer alan "Türk milleti bir kültür birliğidir, ırk birliği değildir" tezi, bu tarihsel mirasın Cumhuriyet dönemindeki yansımasıdır. Raporda Ziya Gökalp'in fikirlerine atıfla, milletin "dil, kültür ve ülkü birliği" olduğu, biyolojik bir ırkçılığa dayanmadığı savunulmaktadır. 

Bu bağlamda MHP ve devletin tezi şudur: Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı'nın çok kültürlü mirasını "eşit vatandaşlık" temelinde modernleştirmiştir. "Türk" üst kimliği, etnik bir dayatma değil, farklı kökenlerden gelen vatandaşları hukuk önünde eşitleyen birleştirici bir çatıdır. DEM Parti'nin iddia ettiği gibi  bir "inkar ve asimilasyon" sistematiği, Cumhuriyet'in kurucu felsefesinde değil, dönemsel ve arızi uygulamalarda (örneğin 12 Eylül dönemi) aranmalıdır. Türk milletinin hegemon olmayan karakteri, bugün de Kürt kökenli vatandaşların devletin en üst kademelerine kadar gelebilmesi ve toplumsal hayatta herhangi bir ırk ayrımına tabi tutulmamasıyla (evlilik, ticaret, komşuluk) kendini göstermektedir.   

Bölüm II: Küresel Satranç ve Terörün Jeopolitiği

2.1. PKK, YPG ve SDG Bağlantısı: İsim Oyunları ve Organik Bütünlük

"Terörsüz Türkiye" sürecinin en kritik düğüm noktası, PKK ile Suriye'deki yapılanmaları (PYD/YPG) ve ABD tarafından paravan olarak kurulan SDG (Suriye Demokratik Güçleri) arasındaki ilişkinin niteliğidir. Batılı müttefikler, özellikle ABD, SDG'yi IŞİD ile mücadelede "yerel bir partner" olarak tanımlayarak, bu yapıyı PKK'dan ayrı bir oluşum gibi lanse etmeye çalışmaktadır. Ancak istihbarat raporları, saha gerçekleri ve bizzat örgüt içi yazışmalar, bu yapıların organik bir bütün olduğunu, komuta kontrol merkezinin Kandil olduğunu ve kadro geçişlerinin sürekliliğini kanıtlamaktadır.   

Öcalan'ın 27 Şubat 2025 tarihli PKK'nın feshini öngören çağrısının, sadece Türkiye içindeki PKK unsurlarını değil, Suriye'deki PYD/YPG'yi de kapsaması, bu organik bağın örgüt liderliği tarafından da teyit edildiğini göstermektedir. Ancak, SDG Komutanı Mazlum Abdi'nin bu çağrıya verdiği "Bu çağrı PKK'yı ilgilendirir, Suriye'deki durum farklıdır" şeklindeki yanıt, örgütün Suriye kolunun ABD ve İsrail ile geliştirdiği stratejik ilişkiler nedeniyle Kandil'den ve İmralı'dan bağımsızlaşma eğiliminde olduğunu veya bu yönde bir "rol paylaşımı" yapıldığını düşündürmektedir.   

Türk devletinin tezi nettir: YPG ve SDG, PKK'nın Suriye şubesidir ve Türkiye'nin güney sınırında bir "terör koridoru" oluşturmayı amaçlamaktadır. "Terörsüz Türkiye" hedefi, sadece Türkiye topraklarındaki teröristlerin temizlenmesini değil, sınırın hemen ötesindeki bu "devletleşme" girişiminin de bertaraf edilmesini kapsamaktadır. MHP raporundaki "terörü kaynağında kurutma" stratejisi, bu jeopolitik okumanın bir sonucudur.   

2.2. İsrail'in Bölgesel Yayılma Stratejisi: Oded Yinon Planı ve SDG

Raporların analizinde ve devletin "beka" kaygısının temelinde yatan en önemli dış dinamiklerden biri, İsrail'in Ortadoğu'ya yönelik uzun vadeli stratejileridir. 1982 yılında Oded Yinon tarafından kaleme alınan "İsrail İçin Bir Strateji" (A Strategy for Israel in the 1980s) başlıklı rapor, İsrail'in güvenliğinin, çevresindeki Arap ulus-devletlerinin (Irak, Suriye, Mısır) etnik ve mezhepsel temelde parçalanmasına bağlı olduğunu öne sürmektedir.   

Yinon Planı, Irak'ın Şii, Sünni ve Kürt devletlerine; Suriye'nin ise Alevi, Sünni, Dürzi ve Kürt bölgelerine ayrılmasını İsrail'in stratejik hedefi olarak belirlemiştir. Bu plana göre, bölgedeki etnik ve dini azınlıklar, İsrail'in Arap çoğunluğa karşı doğal müttefikleridir (Çevre Stratejisi / Periphery Doctrine). Bugün Suriye'nin kuzeydoğusunda SDG/YPG kontrolündeki bölge, İsrail'in bu stratejisiyle birebir örtüşmektedir. İsrail, YPG'yi ve bağımsız bir Kürt devletini, İran'ın bölgedeki nüfuzunu kesecek ve Türkiye'yi güneyden kuşatacak bir "tampon bölge" ve müttefik olarak görmektedir.   

Bu bağlamda, Türk devletinin "Terörsüz Türkiye" tezi, sadece PKK ile mücadele değil, aynı zamanda İsrail'in bu parçalama stratejisine (Yinon Planı) karşı bir savunma hattı oluşturma çabasıdır. MHP raporundaki "beka" vurgusu, İsrail'in "vadedilmiş topraklar" (Arz-ı Mev'ud) hayali ve bölgeyi Balkanlaştırma planlarına karşı geliştirilen bir devlet refleksidir.

2.3. "Davut Koridoru" (David Corridor) ve Enerji Jeopolitiği

Son dönemde stratejik analizlerde sıkça yer alan "Davut Koridoru" projesi, İsrail'in Yinon Planı'nı güncelleyerek enerji ve lojistik hatları üzerinden hayata geçirme girişimi olarak değerlendirilmektedir. İddialara göre bu proje, İsrail'in işgali altındaki Golan Tepeleri'nden başlayarak, Suriye'nin güneyindeki Dürzi bölgesi (Süveyda), doğusundaki ABD üssü (El Tanf) ve Fırat'ın doğusundaki SDG/YPG bölgesi üzerinden Kuzey Irak'a ve oradan da İran sınırına kadar uzanan bir koridor oluşturmayı hedeflemektedir.  

Bu koridorun amacı;

1. İsrail'i karadan Mezopotamya enerji kaynaklarına ve Kürt bölgesine bağlamak.

2. İran'ın Akdeniz'e ulaşan lojistik hattını (Şii Hilali) kesmek.

3. Türkiye ile Arap dünyası arasındaki kara bağlantısını koparmak ve Türkiye'nin "Kalkınma Yolu" projesini by-pass etmektir.

SDG ve YPG, bu koridorun en önemli "kara gücü" ve "bekçisi" konumundadır. Dolayısıyla Türkiye'nin YPG'ye yönelik operasyonları ve "terör koridoruna izin vermeyeceğiz" çıkışı, aslında bu "Davut Koridoru" projesini engellemeye yöneliktir. MHP raporunda yer alan "bölgesel ve küresel boyutlar" başlığı, bu tehdidin farkında olunduğunu ve mücadelenin sadece bir örgüte karşı değil, arkasındaki bu büyük plana karşı verildiğini göstermektedir.   

2.4. ABD ve İsrail Bağlantısı: SDG Üzerinden Yapılan Hesaplar

ABD'nin Suriye'deki varlığı ve SDG'ye verdiği koşulsuz destek, İsrail'in güvenliği ve bölgesel planlarıyla doğrudan ilişkilidir. ABD, SDG'yi silahlandırarak ve eğiterek, hem IŞİD'in geri dönüşünü engellemek hem de Suriye'nin geleceğinde Esad rejimi, Rusya ve Türkiye'ye karşı elinde bir koz tutmak istemektedir. Ancak daha derin stratejide, ABD'nin bu desteği, İsrail'in "Davut Koridoru" projesine güvenlik şemsiyesi sağlamaktadır.   

Türkiye için SDG, bir "terör ordusu"dur. ABD ve İsrail için ise SDG, bölgedeki stratejik çıkarlarını koruyan bir "vekil güç"tür. "Terörsüz Türkiye" süreci, eğer başarıya ulaşırsa (PKK'nın feshi ve silah bırakması), ABD ve İsrail'in elindeki bu enstrümanı işlevsiz hale getirecektir. Bu nedenle, sürecin önündeki en büyük engel, Kandil'den ziyade, SDG'yi kaybetmek istemeyen bu küresel güçlerin (ABD, İsrail) çıkaracağı zorluklar olacaktır.

Bölüm III: Üniter Devlet, Çoklu Dil ve "Çağdaş" Masallar

3.1. Üniter Devlet Yapısı ve Resmi Dil: Egemenliğin Çimentosu

MHP raporu ve Türk devlet tezi, Türkiye'nin üniter devlet yapısının ve tek resmi dil (Türkçe) ilkesinin, toplumsal barışın ve devletin bekasının teminatı olduğunu savunmaktadır. Dünyadaki güçlü ve çağdaş ülkelere bakıldığında, resmi dilin egemenliğin en önemli sembolü ve aracı olduğu görülmektedir.   

Fransa Örneği: Demokrasinin beşiği sayılan Fransa, anayasasında "Cumhuriyetin dili Fransızcadır" hükmünü barındırır ve kamusal alanda, eğitimde azınlık dillerinin kullanımına (örneğin Korsikaca, Bretonca) katı sınırlamalar getirir. Fransa, çok dilliği ulusal birliği tehdit eden bir unsur olarak görmekte ve "tek ve bölünmez cumhuriyet" ilkesini tavizsiz uygulamaktadır.   

Almanya Örneği: Federal bir yapıya sahip olmasına rağmen Almanya'da eğitim ve bürokrasi dili Almancadır. Göçmenlerin entegrasyonu için Almanca öğrenimi zorunlu tutulur ve "paralel toplumlar" oluşması engellenmeye çalışılır.   

Bu örnekler, "çağdaşlık" ve "demokrasi" adına Türkiye'ye dayatılan "çok dilli eğitim", "kamusal alanda çok dillilik" gibi tezlerin, aslında güçlü devletlerin kendi içlerinde uygulamadıkları, ancak hedef ülkeleri zayıflatmak için ihraç ettikleri projeler olduğunu göstermektedir.

3.2. Çoklu Dil, Çoklu Kültür, Çoklu İnanç Tezlerinin Arka Planı

Görünürde demokrasi, insan hakları ve kültürel zenginlik gibi masum kavramlarla sunulan "çok kültürlülük" (multiculturalism) ve "çok dillilik" politikaları, üniter devletlerde uygulandığında, toplumu ayrıştıran ve "mikro-milliyetçilikleri" körükleyen bir işlev görmektedir.   

DEM Parti raporunda talep edilen "anadilde eğitim" ve "yerel yönetimlere yetki devri", pratik uygulamada şu riskleri barındırmaktadır:   

Dilsel Gettolaşma: Ortak iletişim dili olan Türkçenin zayıflaması, toplumun farklı kesimlerinin birbirini anlamasını zorlaştırır ve duygusal kopuşa yol açar.

Siyasal Ayrışma: Farklı dillerde eğitim ve bürokrasi, zamanla "farklı uluslar" algısını yaratır ve bu da federasyon veya bağımsızlık taleplerine zemin hazırlar.

Devletin Zayıflaması: Çoklu hukuk ve çoklu idare sistemleri, merkezi otoriteyi zayıflatır ve devleti dış müdahalelere açık hale getirir.

MHP raporu, bu tezlerin "insan hakkı" değil, "siyasal ayrılıkçılık" talebi olduğunu ve devletin üniter yapısını (tek millet, tek devlet, tek dil) hedef aldığını belirtmektedir. Bu nedenle, anadilin öğrenilmesi ve kültürel olarak yaşatılması (özel alan) ile anadilin kamusal hizmet ve eğitim dili olması (kamusal alan) arasında kesin bir çizgi çekilmektedir.

Bölüm IV: Sosyolojik Gerçeklik ve Toplumsal Beklentiler

4.1. Paradoks ve Fırsat

Bir ANket Bir ANaliz yazımızda analiz ettiğimiz "Türkiye'nin Milliyetçilik Haritası" araştırması, "Terörsüz Türkiye" sürecinin toplumsal tabanına dair hayati veriler sunmaktadır. Bu veriler, Türk toplumunun Kürt meselesine bakışında ilginç bir paradoks olduğunu ortaya koymaktadır.   

Bireysel Kabul (Entegrasyon): Türk toplumu, bireysel düzeyde Kürt vatandaşlarla hiçbir sorunu olmadığını kanıtlamaktadır. Ankete göre, "ailenize Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bir Kürt'ün gelin/damat olarak katılmasına" karşı çıkanların oranı sadece %19,3'tür. Bu oran, Iraklı bir Kürt (%58,2 red) veya Suriyeli bir Türkmen (%47,7 red) ile kıyaslandığında, vatandaşlık bağının ve ortak yaşam kültürünün etnik kimlikten çok daha güçlü bir birleştirici olduğunu göstermektedir.

Kolektif Ret (Beka Kaygısı): Ancak, konu bireysel ilişkilerden çıkıp "kamusal alan" ve "kolektif haklar" (örneğin Kürtçe eğitim, özerklik) düzeyine geldiğinde, toplumun %65,2'si sert bir ret refleksi göstermektedir. Bu durum, Türk halkının Kürt kimliğine değil, bu kimlik üzerinden yapılan "siyasal statü" taleplerine ve bunun yaratacağı bölünme riskine karşı dirençli olduğunu göstermektedir.

4.2. Ortak Paydalar ve Yeni Anayasa Zemini

Anket sonuçları, ayrışmadan çok bütünleşme potansiyelini işaret etmektedir:

DEM Parti Seçmeni: DEM Parti seçmenlerinin %42,1'i "Cumhuriyet Dönemi" ile gurur duymakta ve %54,3'ü kendini "İslam Ümmeti"nin bir parçası olarak görmektedir. Bu veriler, Kürtlerin büyük çoğunluğunun Türkiye'den kopmak istemediğini, Cumhuriyet değerleri ve İslam kardeşliği üzerinden devletle bağ kurduğunu göstermektedir.

Kapsayıcı Vatandaşlık: Toplumun %72,6'sı, "Kökeni ne olursa olsun, kendini Türk hisseden ve Türkiye'ye bağlı olan herkes Türk'tür" şeklindeki, Atatürk milliyetçiliğine dayalı kapsayıcı vatandaşlık tanımını desteklemektedir. Bu, yeni bir anayasa için güçlü bir toplumsal mutabakat zemini sunmaktadır.

Bu sosyolojik tablo, MHP'nin "Kürt sorunu yoktur, terör sorunu vardır" tezini ve "kardeşlik hukuku" vurgusunu desteklerken; DEM Parti'nin "ayrılıkçı" veya "özerklikçi" taleplerinin sosyolojik tabanda karşılığı olmadığını (Türklerde %65 ret, Kürtlerde yüksek Cumhuriyet/Ümmet aidiyeti) göstermektedir.

4.3. Anayasal Çerçeve ve Eşitlik

Mevcut anayasa (Madde 10 ve Madde 66), yurttaşlar arasında etnik, dini veya mezhepsel bir ayrım yapmadan "kanun önünde eşitlik" ve "vatandaşlık bağı" esasını getirmiştir. Türk milletinin tarihinde hegemonik bir sınıf (aristokrasi) veya sömürgeci bir pratik olmadığı için, vatandaşlar arasında "Beyaz-Siyah" ayrımına benzer yapısal bir eşitsizlik yoktur. Bir Kürt vatandaşı, Cumhurbaşkanı, Genelkurmay Başkanı veya MİT Müsteşarı olabilmektedir. Dolayısıyla sorun, "yasal eşitsizlik" değil, terörün yarattığı "güvenlikçi uygulamalar" ve "ekonomik geri kalmışlık" sorunudur. "Terörsüz Türkiye" projesi, terörü bitirerek bu arızi sorunları ortadan kaldırmayı hedeflemektedir.

Bölüm V: Raporların Analizi ve Çatışma Noktaları

5.1. MHP Raporu: Devletin Kırmızı Çizgileri

MHP'nin raporu, bir "çözüm süreci" (müzakere) belgesi değil, bir "zafer ve tasfiye" stratejisidir.

Temel Tez: Terör, bir sonuç değil, dış kaynaklı bir saldırıdır. Müzakere edilmez, kökü kazınır.

Yöntem: PKK kayıtsız şartsız silah bırakacak ve kendini feshedecektir. Örgüt üyeleri için "pişmanlık yasası" ve "infaz indirimi" gibi hukuki yollar (Eve Dönüş) açılacaktır, ancak bu bir "genel af" veya "siyasi pazarlık" değildir.

Kırmızı Çizgiler: Üniter yapı, Anayasa'nın ilk 4 maddesi ve resmi dil tartışılamaz. "Kürt Sorunu" tanımı reddedilir.

Hedef: Terörün olmadığı bir Türkiye'de, Kürt kökenli vatandaşların üzerindeki örgüt baskısını kaldırarak onları devletle bütünleştirmek (Sivilleşme ve Özgürleşme).

5.2. DEM Parti Raporu: Maksimalist Talepler ve Özerklik

DEM Parti'nin raporu, terörün bitmesini "devletin dönüşümü" şartına bağlamaktadır.

Temel Tez: Sorun, Kürt kimliğinin ve statüsünün inkarıdır. Çözüm, "Demokratik Cumhuriyet" ve "Demokratik Ulus" inşasıdır.

Talepler: "Barış Yasası" çıkarılmalı, Öcalan "baş müzakereci" olarak kabul edilmeli, anadilde eğitim anayasal hak olmalı, yerel yönetimlere özerklik verilmeli (Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı çekinceleri kaldırılmalı), Kayyım rejimi son bulmalı.

Yaklaşım: Silah bırakma, ancak siyasal statü ve yasal güvenceler (Demokratik Entegrasyon Yasası) karşılığında mümkündür.

5.3. Temel Çatışma: Barış Çıkar mı?

Bu iki rapor arasında "Ontolojik" bir uçurum vardır.

Tanım Farkı: MHP sorunu "Terör", DEM "Statü" sorunu olarak görmektedir.

Yöntem Farkı: MHP "Teslimiyet/Fesih", DEM "Müzakere/Mutabakat" istemektedir.

Hedef Farkı: MHP "Üniter Ulus Devletin Tahkimi", DEM "Adem-i Merkeziyetçi (Özerk) Devlet" hedeflemektedir.

Bu raporlardan, DEM Parti'nin talep ettiği formatta (karşılıklı müzakere, statü tanıma) bir "Barış" çıkması imkansızdır. MHP ve Devlet, bu talepleri "Beka Tehdidi" ve "Bölünme Projesi" olarak görmektedir. Ancak, "Devletin Şartlarıyla Barış" (Örgütün çözülmesi, silah bırakma, bireysel hakların genişletilmesi) ihtimali masadadır.

Bölüm VI: Öcalan'ın Fesih Çağrısı ve Örgütün Geleceği

6.1. Öcalan'ın Rolü ve Fesih Çağrısı

Devlet, Öcalan'ı bir "müzakereci" olarak değil, örgütü tasfiye edecek bir "enstrüman" olarak kullanmak istemektedir. Öcalan'ın "örgütün feshi ve silah bırakma" çağrısı, örgütün ideolojik ve askeri olarak tıkandığının ve dış güçlerin oyuncağı haline geldiğinin bir itirafıdır. Öcalan, kendi mirasını kurtarmak ve belki de "Umut Hakkı"ndan yararlanmak için devletle işbirliği zeminine kaymıştır.   

6.2. Finansörler ve Dış Güçlerin Direnci

Örgütün feshi, sadece Kandil'in kararına bağlı değildir.

Finansal Yapı: PKK, Avrupa'da uyuşturucu, haraç ve sivil toplum fonları üzerinden dönen devasa bir "terör ekonomisi"ne hükmetmektedir. Bu rantı yöneten "Baronlar", barışa ve feshine direnecektir.

Dış Güçler: ABD, İsrail ve İran; Türkiye'ye karşı kullandıkları bu "vekalet gücünü" (proxy) kaybetmek istemeyecektir. Öcalan'ın çağrısına rağmen, YPG/SDG'nin "Biz PKK değiliz, Suriye'nin durumu farklı" diyerek silah bırakmaması, bu dış müdahalenin (ABD/İsrail) bir sonucudur.   

Bölünme İhtimali: Öcalan'ın çağrısı sonrası örgüt içinde "İmralı'ya sadık olanlar" ve "Kandil/Dış Güçlere sadık olanlar" şeklinde bir bölünme yaşanması muhtemeldir.

Bölüm VII: Türk Devletlerinin Birlikteliği ve Kürtlerin Geleceği

7.1. TDT ve Kalkınma Yolu: Yeni Jeopolitik Gerçeklik

Türk Devletleri Teşkilatı'nın (TDT) yükselişi ve Türkiye'nin merkezinde olduğu "Orta Koridor" ve "Kalkınma Yolu" projeleri, bölgenin jeopolitiğini değiştirmektedir. Irak'tan Türkiye'ye uzanan Kalkınma Yolu, Kürt nüfusun da yaşadığı ama ağırlık olarak Türklerin yaşadığı bölgelerden geçerek (Musul, Kerkük, Ovaköy), bu bölgelere büyük bir ekonomik refah getirecektir.   

7.2. Kürtlerin Menfaati Nerede?

Tarihsel olarak Kürtler, bölgede asla kalıcı ve bağımsız bir devlet kuramamış; kaderlerini hep Türklerle birleştirerek (İdris-i Bitlisi, Çaldıran, Milli Mücadele) varlıklarını korumuşlardır. Bugün de Kürtlerin "sağlam ve uzun vadeli menfaati";   

İsrail'in "Davut Koridoru" veya ABD'nin "Petrol Bekçiliği" gibi projelerinde "harcanabilir piyon" olmakta değil,

Yükselen Türk Dünyası ve Güçlenen Türkiye Cumhuriyeti'nin "eşit ve onurlu kurucu ortağı" olmakta yatmaktadır.

Bölgedeki kaos (Suriye iç savaşı, Irak'ın istikrarsızlığı, Gazze soykırımı) göz önüne alındığında, Türkiye Cumhuriyeti pasaportu ve vatandaşlığı, Kürtler için en büyük güvenlik ve refah garantisidir.   

Sonuç: Bu Raporlardan Barış Çıkar mı?

MHP ve DEM Parti raporları, yüzeysel olarak bakıldığında uzlaşmaz iki kutbu temsil etse de, "Devlet Aklı"nın çizdiği çerçevede bir çözüm (tasfiye) ihtimalini barındırmaktadır.

Siyasi Müzakere Barışı Çıkmaz: DEM Parti'nin anayasal statü, özerklik ve anadilde eğitim gibi talepleri, MHP ve Devlet'in "Kırmızı Çizgileri" (Üniter yapı, Resmi dil) ile taban tabana zıttır. Bu konularda bir orta yol yoktur.

Devlet Destekli Tasfiye ve Entegrasyon Barışı Çıkabilir: Devlet, PKK'yı askeri olarak bitirmiş, sınır ötesinde kuşatmıştır. Öcalan'ın fesih çağrısı, bu askeri zaferin siyasi tescili olacaktır. "Terörsüz Türkiye" projesi, örgütü tasfiye ederken, Kürt vatandaşlara yönelik "demokratik iyileştirmeler" (bireysel haklar) ve "ekonomik kalkınma" vaat etmektedir.

Kürtlerin Seçimi: Kürt siyaseti ve halkı, tarihi bir yol ayrımındadır: Ya İsrail ve ABD'nin bölgeyi kan gölüne çeviren harita oyunlarında (Yinon Planı, Davut Koridoru) figüran olacaklar ve Türkiye ile sonsuz bir çatışmaya girecekler; ya da Türkiye Cumhuriyeti'nin üniter yapısı içinde, Türk Dünyası ile bütünleşen, ekonomik olarak kalkınmış ve kültürel hakları güvence altına alınmış "Asli Unsur" olarak yollarına devam edeceklerdir.

Sonuç: Bu raporlardan, masada el sıkışılan bir "protokol barışı" çıkmaz. Ancak, devletin kararlılığı ve sosyolojinin (entegrasyon) gücüyle, terörün fiilen bittiği, silahların sustuğu ve Kürtlerin Türkiye'nin yükselişine ortak olduğu bir "fiili huzur dönemi" çıkabilir. Bu da "Terörsüz Türkiye" vizyonunun ta kendisidir.

Yorum Ekle
Adınız :
Başlık :
Yorumunuz :

Dikkat! Suç teşkiledecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

sanalbasin.com üyesidir

ANA HABER GAZETE
www.anahaberyorum.com
İşin Doğrusu Burada...
İLETİŞİM BİLGİLERİMİZ
BAĞLANTILAR
KISAYOLLAR
anahaberyorum@hotmail.com
0312 230 56 17
0312 230 56 18
Strazburg Caddesi No:44/10 Sıhhiye/Çankaya/ANKARA
Anadolu Eğitim Kültür ve Bilim Vakfı
Anadolu Ay Yayınları
Ayizi Dergisi
Aliya İzzetbegoviç'i
Tanıma ve Tanıtma Etkinlikleri
Ana Sayfa
Yazarlarımız
İletişim
Künye
Web TV
Fotoğraf Galerisi
© 2022    www.anahaberyorum.com          Tasarım ve Programlama: Dr.Murat Kaya