Küresel sermaye, geleneksel aile tipine bütün dünyada tehdit oluşturmaktadır. Nihai maksat, yalnız kendilerinin “efendi” kaldığı, başka milletlerin sürüleştirilerek köleleştirildiği bir dünya düzenidir. Aileler, “çekirdek aile,” “özgür kadın,” “bireysellik” gibi sloganlarla bu maksat için parçalanıyor. Parçalanmış aile daha çok tüketim demektir. Daha çok tüketim, daha çok kâr demektir. Daha çok kâr da, efendiler lehine, milletler aleyhine sömürülme, işsizlik, ekonomik darboğaz, geçim sıkıntısı ve arkasından yıkılan yuvalar demektir. Sözde, İstanbul Sözleşmesi’yle “Kadına Şiddet” ve “Cinsiyet Eşitliği” gibi kavramlarla, aile kurumumuz yeni tehditler altındadır. Slogan halinde öne çıkan kavramlar, Kadına Şiddet, Aile İçi Şiddet ve Cinsiyet eşitliğidir.
Eski aile yapımız dedeler, nineler, babalar, amcalar, halalar, teyzeler, kuzenler, ablalar, çocuklar ve bebekler şeklindeydi. Kapımız ve gönlümüz konu komşuya açıktı, onlar da ailemizin bir parçası olurlardı. Yirmi kişilik geniş sofralarda birlikte yemek yenir, küçükler “sofra gediği” olarak dedelerin, ninelerin kucağında veya yanında oturur, onlara şefkat ve merhametle muamele edilirdi. Geçim ehli şahıslar, bu sofralarda yetişirdi. Paylaşma, sevgi, saygı, fedakârlık bu geniş ailelerde öğrenilirdi. Sofraların işlevi, yalnızca bedenin gıda alması değildi. Ağız tadıyla pilava kaşık sallanırken, aksakallıların kültür ziyafetiyle ruhlar da gıdalanırdı. Geleceğimizi emanet edeceğimiz çocuklar ailede sosyalleşirdi. Uyum dediğimiz şey sofrada başlar, sofrada gelişirdi. Yuva kuracak gençler burada talim görürdü.
Peki, “Çekirdek aile” sloganıyla göklere çıkartılan ailede boş bir slogandan gayrı ne var? Aile fertlerini sayalım; baba, anne ve çocuk. Kardeş bile yok. Bu ailede çocuğun bakımı bile problem. Bir de anne geçim sıkıntısı sebebiyle ve dahi “ekonomik özgürlük” amaçlı çalışıyorsa, işte size parçalanmaya, un ufak olmaya namzet bir aile. Boşanan çiftler, ruhsal çöküntüye uğramış mini mini yavrular… Eski aile tipinde bebek yalnız annenin omuzlarında değildi. Yetişkinler sevgi ve şefkatle ilgilendiği gibi, küçük çocukların da sevgi yönünden eğlencesiydi. Yarının gençleri ve yetişkinleri olacak çocuklar, bez bebekle bile oynanmaz (şimdi plastik bebek) canlı bebekle eğitim-öğretim görürlerdi. Özellikle kız çocukları, evcilik oyunlarıyla kim bilir ne hayallere dalardı.
Dr. Y. Selahattin Beyribey’in şu mısralarını ilginize sunuyorum:
Çekirdek aile diye yıllarca uyuttular
Parçalara bölerek teker teker yuttular
Ayrıldı nine, dede evden, ayrı tuttular
Aile bağlarını giderek soğuttular
Çocuk ayrı havada bilgisayar içinde
Ev hanımı durur mu, o da dizi peşinde
Ayrı ayrı yaşarlar hep apartman içinde
Komşusunu tanımaz, sanki yaşarlar içinde
Eski reis uzanmış, elinde kumandası
Tek başına kalmıştır, yoktur eski cakası
Her oda ayrı dünya, var aile yasası
Aile parçalandı, herkes evin paşası.
Evlilik ciddi bir iştir ve sorumluluk gerektirir. Şahitlerin huzurunda yapılan nikâh akdi, hukukî değerin yanında üstün manevî değer ifade eder. Bu konuda eşlerin, özellikle erkeğin gerekli bilgi ve donanıma ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç tartışılamaz. En başta sabır, güzel huy, adalet, dirayet, hoşgörü, af… Yönetim sanatının yanısıra, çocuklarını iaşe edecek bir gelire sahip olması, kadının özel hallerinde anlayışlı olması çok çok önemlidir. Kayınvalide-gelin çatışmasını önleyecek yetenekte olması… Sütanneliği döneminde beslenme düzeni ve annenin rahatı… Yaş ve boy farkı, eğitim düzeyleri, ailelerin gelir düzeyleri, yöreden yöreye değişen alışkanlıklar, kültürel farklılıklar… Hâsılı öylesine bir birikim ki, ancak eğitimle, sürekli bir gözlemle ve kendini geliştirme amaçlı sürekli okumayla elde edilebilecek vasıflar.
Günümüzde, evlenmeye karar vermiş pek çok gencin, ciddi bir sorumluluk gerektiren evliliğe hazır olmadıkları maalesef acı bir gerçektir. Ne yazık ki, ilköğretimle başlayıp yükseköğretimle biten eğitim çağının hiçbir döneminde “mutlu bir evlilik için nelere dikkat edilmeli” diye bir program uygulanmıyor. Bu da, eğitimin milletten ve sosyal hayattan ne kadar kopuk olduğunun delili.
Hemşehrim siyasetçi Cemil Çiçek Bey, çok severek katıldığı nikâh merasimlerinde gençlere güzel sözler söyler ve hatta ailelere nasihatlerde bulunur: “Nikâh defterini imzalarken masanın altında kıpırdanmalar görüyorum. Kim kimin ayağına önce basacak? Kim önce basarsa güya evde onun sözü geçecek! Bu anlayış yanlıştır. Evlilik öyle eşlerin birbirinin ayağına basmasıyla, damarına basmasıyla yürüyecek bir şey değildir, evlilik sevgiyle yürür” der. Değil evlilik, herhangi bir işin bile temelinde sevgi yoksa o işten hayır gelmez. İşini sevmeyen adam o işte başarılı olamaz. Hal böyle ise, eşini sevmeyen kişi evlilikte başarılı olabilir mi? Gerçekten, evliliğin başarılı olmasında sevgiden başka çıkar yol ve sevgiden başka harç yoktur.
Her şeye rağmen aile yapımızın sağlam olduğunu bilelim. Bu aziz millet, küresel sermayenin ürettiği nice uydurma ekonomik krizlere maruz kalmadı ki? Fakat hepsini de sağlam aile yapısıyla atlattı. Devletin 70 sente muhtaç hale getirildiği yetmişli yıllarda, parçalanmış aileler birleşti, gelin kaynana çekişmeleri sıfıra indi ve aynı evde aynı kazandan yemek yendi. Sözde kriz dönemlerinde yakacak ve yiyecek sıkıntıları böyle atlatıldı. Komşuluk ilişkileri eski düzeyine yükseldi ve tüm dünyayı şaşırtacak şekilde güçlendi.
Dünya için şaşırtıcı olan soru, Türkiye’nin karşılaştığı en ağır ekonomik krizleri nasıl aşabildiği sorusudur. Bu sorunun cevabı, millî hasletlerimizde ve manevî değerlerimizde saklı. Benmerkezci, fedakârlık nedir bilmeyen egoist Batı elbette bunları anlamaktan uzaktır.