Ellili yaşlarına merdiven dayamış, “Bilmem ben adam olabilir miyim?” sorusuyla her gün yüzleşiyor. Hani masallarda bir tekerleme vardır; “O kadar yol aldık, gittik ama arkamıza döndüğümüzde bir arpa boyu ilerleyememişiz.” İşte bunun gibi bu yaşa gelmiş, arkasına dönüp bakarak “Neyim var? Nereye geldim? Neyin sahibi oldum?” diye sorduğunda, maddi anlamda gördüğü koskocaman bir “HİÇ.”
Bu sebeple kendini deveye benzetir. Deveye sormuşlar “Boynun neden eğri?” diye, o da “Nerem doğru ki?” demiş. Onun durumu da aynen öyle. Ne düzgün bir işi oldu ne de gurur duyacağı bir başarısı. Ne kendisi ne ailesi ne de insanlık için bir “eser” bırakabildi. Bu gidişle bu dünyaya annesinden nasıl geldiyse, öyle toprak ananın sinesine ve tarihin sahnelerine gömülüp sessiz sedasız girecek. Bu düşünceler anaforunda boğulmamak için var gücüyle çalışıyor ama nafile. Aynı hamam aynı tas hayatı başarısızlıklarla devam ediyor vesselam.
Eş dost toplantılarında veya bir rastlantı sonucunda bir araya geldiği insanlar başarılarından, kazançlarından, makamlarından, mülklerinden bahsederken o sadece onları iç geçirerek, imrenerek ağzı bir karış açık “Ben de neden bunlar gibi olamıyorum?” hayıflanmalarıyla ve dinlemekle yetiniyor. İşte bu yüzden, bulunduğu hiçbir ortamda kendisini ifade edemiyor, söyleyecek, anlatacak bir şey bulamıyordu. Bundan dolayı bulunduğu ortamlarda hiçbir hükmü olmuyor ve ha varlığı ha yokluğu kimseyi ilgilendirmiyordu.
Yukarıda dedim ya hiçbir işi düz değildi, hep eğriydi. Hangi işe girdiyse, hangi işe teşebbüs ettiyse hep yarım kalıyordu. Önce eğitim hayatından başlayalım. Öğretmenlerin ilgisini çekmeyen, arkadaşları tarafından daima göz ardı edilen silik bir öğrenci olarak hiçbir sosyal bir faaliyete katılmadan ve herhangi bir başarı elde edilmeden bitirilmiş ilkokul, ortaokul, lise yılları... sonrasında ise ancak ve ancak Allah'ın yardımıyla kazandığı üniversiteyi de zar zor ite kaka bitirebildi.
Tabii böyle kendini geliştirmeden başarılı bir eğitim sürecinden geçtiği için bitirdiği fakültenin alanında işe başlayamadı. Hiç eğitim almadığı, anlamadığı meslek kollarında onun bunun ricasıyla iş buldu. Hiç bilmediği işe başlayınca, öğrenmek ve çalışanlarla arasındaki açığı kapatmak için çabalıyordu. Hatta mesaisinden fazla çalışıyordu ama sonuç işten çıkışla bitiyordu.
Her ne kadar tüm işlerinde başarısız olsa da şunu ifade etmek isterim: Evet bütün işlerinden çıkarıldı. Yalnız çalıştığı yerlerdeki mesai arkadaşlarının kendisi hakkındaki itiraflarını söylemem lazım. Çalıştığı yerlerdeki iyi niyeti, gayreti ve çalışma azmi takdirle karşılanır, “Onun gibisi yok, maşallah çok iyi çalışıyor, tam bir görev adamı.” Bu beğeni sözlerine rağmen her ne hikmetse siz ister takdir deyin ben ister talihsizlik veya kendini ispatlayamaması diyeyim idarecileri veya patronlarının akıllarında hep “Bir iş beceremez.” fikri hâkim. Bu sebeple arkadaşlarının hataları ona yıkılması neticesinde işten çıkartılıyordu.
Hz. Mevlana’nın “Kâmil odur ki koya dünyada bir eser Eseri olmayanın yerinde yeller eser” dediği gibi, bu dünyada bir eser bırakmak için çabalıyor, gayret ediyor ve Baki’nin “Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş.” mısrasında söylediği gibi insanlar arasında bir hoş seda bırakmak, arkasından güzel konuşulmasını, bir iz bırakmak için çabalıyor, gayret ediyor ama nafile. Ne kadar uğraşsa da çalışsa da sonuç değişmiyor: “Çalışmalarınızdan memnunuz ama yollarımızı ayırmak zorundayız.” sözünü duymak artık onun için sıradanlaşmış, olması kabullenilmiş haline geldi.
Çalıştığı yerdeki konumu ne olursa olsun ister normal bir işçi ister bir lider konumunda olsun bir türlü arkadaşlarına takım ruhunu kazandırma ve sözünü dinlettirme becerisine sahip olamıyordu. Yukarıda söylediğim gibi beraber çalıştığı arkadaşlar “Seninle çalışmak çok iyi, senin gibi bir mesai arkadaşımızın olması bize güven veriyor.” demelerine rağmen haydi yapalım dediğinde maalesef, onları işe bir hareketlilik ve canla başla çalıştırmayı başaramıyordu.
Nasrettin Hoca’nın fil hikayesi gibi, yalnız kalıyordu. Nasrettin Hoca’nın meşhur fil hikâyesini hepimiz biliriz ama yine de bir hatırlayalım.
Timur, Hoca’nın köyüne bir fil hediye eder. Fil öyle oburdur ki köylülerin elinde avucunda ne varsa tüketir. Köylüler, çareyi Nasrettin Hoca’ya koşmakta bulur. “Aman Hoca, bizi bu dertten kurtar.” derler. Hoca da: “Peki, hep beraber gidelim, birlikte söyleyelim.” der. Köylüler de kabul ederler ama iş ciddiye binip Timur’un huzuruna çıkma vakti gelince, Hoca dönüp arkasına bakar ki kimse kalmamış, hepsi ortadan kaybolmuş. Timur’un karşısında yalnız başına Hoca kalır.
Çalıştığı ortamda eski tek düzeliği bırakıp daha verimli olmak için yeni fikirler üretirdi. Arkadaşları “Çok iyi fikir” derler ama “Hadi yapalım” deyip patronlarına anlatmak için veya fikrini uygulamak üzere yola çıktığında herkes arkasında sonbahar yaprakları gibi dökülürler. Amirin karşısında hep tek başına kalırdı. Sonuçta sözü havada kalmış birisi olarak bir hayal kırıklığı ve işten atılma.
İşte, böyle elli küsür hayatını, haydan huya geçirmiş ne birikimi ne de başaralı bir hayatı olan, keşkelerle, hayıflanmalarla geçmiş bir ömür.
Ellili yaşlarına kadar hiçbir birikimi olmadan başarısızlıkla geçirmiş bir hayatı olmasına rağmen şunu hiş anlayamadı. Ayrıldığı iş yerlerindeki yöneticileri, çalışma arkadaşları ya da hizmet sunduğu insanlarla karşılaştığında veya onları ziyaret ettiğinde, sanki aralarında hiçbir sorun yaşanmamış gibi davranıyorlardı. Kırk yıllık dost gibi çok iyi ağırlıyorlar, sohbet ediyor, ikramlarda bulunuyorlar hatta ziyaret ettiği işyerinden bir ihtiyacı varsa ücret almadan karşılıyorlardı. Uğurlarken elini candan bir dost gibi sıkarak gözlerinde samimiyet ve yüzlerinde tebessümle bakarak “Senden Allah razı olsun, sayende çok faydalandık. Seni unutmayacağız” diyorlardı.
İşte, işten çıkartılıyor ama hiç unutulmayan, daima iyilikle hatırlanan bir kimse oluyor. Bu çelişkiyi bir türlü çözemedi. Siz çözebildiniz mi?