Yıllar önce yaptığımız bir televizyon programının interaktif bir bölümü olurdu, o kısımda ya canlı yayına bağlanırdı seyircilerimiz ya da yolladıkları mektuplardan okur, konuşurduk. İlkin o günlerde fark etmiştim büyüklerimizin yalnızlığını, bizlerle konuşmak isteyen ne çok emekli öğretmen, emekli gazeteci, büyükanne, büyükbaba vardı... Gündüz kuşaklarının ne kadar önemli olduğunu da böylesi programlarda veya hastane odalarında öğrenecektim... Ne var ki reyting canavarı, insanların meramına kulak vereceği yerde, dehşet-vahşet neredeyse oraya yoğunlaşıyor.
Dikkat ettiniz mi? Yaşlılar ya bir cinayete kurban giderlerse ya trafik kazasında ya da dolandırıcılık mağduru olurlarsa, çıkıyorlar ancak TV kanallarında karşımıza... İnsana insanca değer veren, onun hayatına ve varoluşuna cidden kıymet veren programlar olsa keşke...
Evvelki gün bir gazetenin yaptığı araştırma ve mülakat haberleri de bu büyük açığı ele veriyordu. Gerçi bu habere konu olan büyüklerimiz direkt bir şiddetin kurbanı değillerdi belki. Ama yalnızlığın, kimsesizliğin, yoksulluk kadar yoksunluğun da kırdığı gönülleriydi konuşan...
Ankara'da Ulus civarındaki ucuz otellerin, aylığı 6 bin-12 bin arasında odalarında kalan ihtiyarlardı onlar. Hiç olmazsa karda kıyamette başlarını sokacakları bir çatı, küçücük de olsa bir oda, bir battaniye vardı belki, ama onların üzerine çökmüş yalnızlığın, hayatın aslen kısa ama yaşarken ağır uzunluğunun yükü, belleri bükük ve suskun bu adamların yüzlerini kırıştırıp soldurmuştu... "Bu duvara bakıyorum saatlerce, günlerce..."
O duvarda, 70 yıllık bir denize bakıyordu belki, belki kendisini arayıp sormayan yakınlarını düşünüyordu, belki 'keşke'lerle büyüyen eski günlerin sızısı, pişmanlıklar, şaşkınlıklar, vefasızlıklar, büyük ve sessiz hayal kırıklıkları...