Ayların en güzeline, dallarından altın yaprakların döküldüğü; insanın alnına sabah serinliğinin vurduğu büyülü eylüle tekrar kavuşmuştu. Ancak bu defa dudaklarında donup kalan hüzün vardı. Daha birkaç hafta önce gelip geçtiği Marmaris’in doyumsuz yolları, sahil köyleri, ormanlarının birçok kısmında sararan yaprak yerine kül birikintileri yer alıyordu. Pırıl pırıl deniz sularının hafiften bir yağmurla oynaşını izledi. Yaprak yerine umutlar savrulurken şimdi suskunluğun bir anlamı vardı. Yangınlar sonrası yaşanan ürpertici sonbaharın yanında bağbozumu rengi soluklardan söz edilemezdi. Alevler kıyamet gibi ansızın gelmişti. Ağustostan kalan ne varsa dağılmıştı, her şey sil baştan oluşacaktı. Umutlar savrulsa da, denizler sesini, sessiz sonbahar kendisini tazeleyecekti.
İnsanoğlu eko-dengeyi aşırı zorlamış; gökleri ve yeri yaratan gücü unutmuş; şehir, kasaba ve köyleri betona boyamıştı. Her yer ve her şeyden rant oluşturma hırsı sonunda ekolojik krizi yaşattı. Yangın, sel, deprem gibi peş peşe gelen felaketler önemli ölçüde can ve mal kayıplarını getirdi. Felaketlerin yolu insanlardan geçmeye başlayınca, doğal koşullar adeta havlu attı. Yönetici nitelikli kişiler ileriyi gören, başa gelebilecek felaketleri sezip fark eden; bunların önlenmesi için bir plan dâhilinde önceden tedbirler alan kişiler olmalıydı. Her makam bir sorumluluk yığınıdır. Sorumlular çoğaldıkça aralarında eşgüdüm ve basit bir iletişimin bile olmadığı görüldü.
Oysa salgın hafiflemiş, insanlar biraz rahat nefes almak için sahillere akın etmişti. Günlerce süren, akıp alevlenen yangınları, cennet güzelliklerinin yanıp kül olacağını acı içinde görmek kimin aklına gelirdi? Yetkililerin aklına gelmeliydi, önceden önlemler alınmalıydı. Fakat her zamanki gibi kervan yolda dizilir mantığı bu kez felakete yol açıyordu. Doğa, önünde hiçbir şeyin duramayacağını, yangın ve sel felaketleriyle varlığını, öfkesini insanoğluna yeniden hatırlattı. Farklı şehir ve kasabaların kıyı ormanları söndürülemeyen alevlerle günlerce çıtır çıtır yandı. Alev alev yanan doğanın, ağaçların ve hayvanların feryadı gökleri delip geçti. Aşırı sıcaklar, düşüncesiz kişiler, fırsatçılar, rantçılar ve hainlerin hırsları yüzünden çıkarılan yangınlar; ilk müdahalelerin hızlı olmaması nedeniyle durdurulamadı.
Dağlar, tepeler, ovalar üzerinde alev alev yanan ateşler tüm canlıları yakıp kül etti. Şimdi Eylül hüznüyle birlikte dört bir yanı; yeşil yaprakların yerine yanıp küllenmiş köklerin yoğun kokusu sarmış. Küresel ısınma sonucu oluşan iklim değişikliğinin böyle bir felaketi getirmesinin bilinmemesi düşünülemezdi. Yerleri ve gökleri koruması gereken insan, doğanın cezalandırıcı yanını unutmamalıydı. Yılların tedbirsizliği, kurumların etkin yönetim ve işbirliği içinde olmaması yangınları büyümeden söndüremedi. Korku ile umut arasında sıkışıp kalındı. İlk günler uçak mı iyi, helikopter mi etkili tartışması içinde tüketildi. Sonradan herkes tüm varlığıyla seferber olmuşsa da, ormanlar günlerce yanıp durdu.
Yakıcı iklimler biraz yumuşadı, rüzgâr hızını kesti, diğer ülkelerden yardımlar geldi. Sonunda havalar biraz serinlemişti. Yanacak yer bitti ve acıklı azap tükendi, gökyüzü kavurucu bulutlardan kurtulmuş oldu. Doğa neden sonra biraz insafa gelmişti, yanmış ağaç köklerini yağmurlar soğuttu. Öyle bir ağustos yaşandı ki arkasında alevler bırakıp kül yığınlarından derin izler oluşturdu. Canlar kayboldu, çoğu köylülerin evleri yandı. Tedbirsizlik, çaresizlik her zaman olduğu gibi yine çok büyük kayıplara yol açtı. Bir daha böylesi yangının düşlere bile girmemesi için dua edildi. Herkes yanan kıyıların imara açılmasından korku duyuyordu.
Kirlenen insanın ruhunu doğa kimi zaman ateşlerle arındırır. Geride kül kümesinden başka ne bir canlı, ne de kanat çırpan bir kuş görünüyor. Eylül yağmurlarıyla ağlıyor. Kehribar rengi orman dağılmış, sarı, kırmızı yapraklar, kızılçam ormanından sadece yarı yanmış kökler kalmıştı. Henüz gökyüzünün gri bulutları yeni yeni dağılıyordu. Rüzgârlar külleri savurmuş, üzerine pıt pıt damlalar düşüyordu. Ağustos ormanın tüm düzenini kavurup dağıtmıştı. Her adımda birikmiş yanık kalıntılarından umut yeşertmek gerekecekti. Yenidünya, yeni düşünce ve bakış açısıyla umut büyütülmeliydi.
Doğa sadece insanı yangınlarla vurup terbiye etmedi. Ağustos ayında yağmurlar sonrası seller ile gazabını bir defa daha hatırlattı. Asırlardır Karadeniz insanı derelere uzak yerlere yerleşirken, son dönemde çoğalan açgözlü, nefreti bol, akılsız ve düşüncesiz insan türlerinin bile bile dere yatağına, yetkililerin imar izniyle çok katlı evler kondurması doğayı çılgına çevirmişti, yatağı basılan doğa kendisine saygı duyulmasını seller ile insanoğluna acı biçimde hatırlattı. Her defasında daha fazla büyüyen sel baskınları felaketler getirip birçok can kayıplarına neden oldu.
Sonbahar eşsiz büyüsüyle insanı yeni başlangıçlara, taze umutlara, doyumsuz yollara çekmeliydi. Uzak sahil kasabalarından geçip, daha birkaç ay önce doyumsuz güzelliğinin ortasından yol alınan yemyeşil ormanları görememek, insanın içini sızlatacak olsa bile yine gidilmeliydi. Altında bir yığın enkaz bırakan gök kubbenin o sıcak yakıcı mavisi geçip gitse de eylüle yol açmak bambaşka olurdu. Güz rüzgârlarında sararıp dökülecek yaprak yerine yol kenarları, dağ yamaçları dönüştüğü gri renge rağmen yine eylül güzeldi. Zaman silecekti bu izleri, doğa yıllar sonra yeniden kendine gelecekti, ancak bu hüznü yaşamış birçok insan hayatta olmayacaktı.
Gözlerinde şafak yükselirken Eylül sabahı yola çıkıp gidilmemiş yerler aramalıydı. Tertemiz, kirlenmemiş, denizin berrak sularında insan yüreğini kötülükten ve günahtan arındırmalıydı. Rüzgârların fısıltısını dinleyerek köye girip en sessiz dar sokaklarına yalnızlığını bırakmalıydı. Eylül denizler kendisiyle kıpırdasın, ay kendisiyle ışısın, serinlik kendisiyle parlasın isterdi. Tarifsiz güzelliği unutulmayan, tadına doyulmayan sihir dolu sonbahar birazcık ellerini üşütsün istiyordu. İnsanın karşısına bin bir yüzüyle çıkan dünya bomboş ve anlamsız değildi.
Elbette kimse her şeyin tamamen bittiğini düşünmüyordu. Ormanlar siyah şallara bürünmüş hüzünler gibi dönüştüğü kül yığınlarından Eylül’e filizlenip yeniden doğacaktı. Güzel olan insanın hiç bilmediği yolları keşfedip sonsuz zamanın içinde akıp gitmesiydi. Meyvelerin en lezzetlisini veren Eylül’ün içinde sessizlik, serinlik, hazan zaten hiç eksilmezdi. En mutlu an’ları tatmak, sonbaharın eşsiz büyüsüne tutulmak için yola çıkmanın zamanı aranmamalıydı. Son yağmurlar havayı güzelleştirecek ve doğa kalpleri yeniden çiçeklendirecekti.
Dostlukla…
Ali Akça
aliakca2009@hotmail.com