MİLLETVEKİLİ KULLANMA KLAVUZU
MAKALE
Paylaş
21.09.2025 21:57
752 okunma
Cemal Akkuş

TÜRK SİYASETİNDE LİYAKATSİZLİĞİN ANATOMİSİ VE SİSTEMSEL ÇÜRÜME

Giriş: "Bozuk Maya" - Temsil Demokrasisinin Türkiye'deki Krizi

 Bu raporun temel tezi, siyasi alandaki bozulmanın, tekil bireylerin ahlaki zafiyetlerinden ziyade, yapısı gereği liyakati ve kamu hizmeti ahlakını değil, finansal gücü, lider sadakatini ve karşılıklı menfaat ilişkilerini ödüllendiren bir sistemin kaçınılmaz bir sonucu olduğudur. Bu durum, adeta "bozuk bir maya" gibi, en iyi niyetli aktörleri dahi içine girdiğinde dönüştüren, bozan ve sistemin bir parçası haline getiren bir çürüme dinamiği yaratmaktadır. Bu sistemsel çürüme, kendi kendini besleyen ve derinleştiren bir "bozulma anaforu" olarak kavramsallaştırılabilir; siyasetin finansmanı, aday belirleme süreçleri, seçmen-vekil ilişkileri ve kurumsal denetimsizlik gibi unsurlar, birbirini tetikleyerek sistemi kendi kuyusunu kazan bir yola sokmaktadır.

Bu krizin en belirgin tezahürü, anayasal ideal ile siyasi gerçeklik arasındaki onarılmaz gibi görünen uçurumdur. Anayasa'nın 80. Maddesi, "Türkiye Büyük Millet Meclisi Üyeleri, seçildikleri bölgeyi veya kendilerini seçenleri değil, bütün Milleti temsil ederler" hükmüyle ulusal temsiliyetin altını çizer. Ancak bu ilke, siyasi pratikte neredeyse tamamen anlamını yitirmiştir. Seçmen, milletvekilini ulusal meselelerde yasa yapıcı bir figür olarak değil, kendi kişisel ve yerel sorunlarını çözecek bir "iş takipçisi" olarak görme eğilimindedir. Milletvekili de yeniden seçilebilmek için bu rolü benimsemek zorunda kalır. Bu durum, temsil modelinin doğasında var olan yapısal bir gerilimden kaynaklanır. Milletvekili Seçimi Kanunu'na göre her ilin bir seçim çevresi olması, vekili kaçınılmaz olarak yerel bir aktöre dönüştürür. Siyasetçi, ulusal bir yasa yapıcı mı yoksa yerel bir aracı mı olacağı ikilemiyle baş başa kalır. İşte bu noktada kayırmacılık, bu boşluğu doldurarak vekile somut ve kişisel faydalar sunma yoluyla bu ikilemi "çözme" imkanı tanır ve anayasal rol fiilen terk edilir.

Bu dönüşümün merkezinde ise Siyasi Partiler Kanunu'na göre "demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları" olarak tanımlanan siyasi partiler yer alır. Ne var ki, bu yasal statü, partilerin pratikte liyakatsizliği ve kayırmacılığı kurumsallaştıran mekanizmalara dönüşmesiyle acı bir tezat oluşturur. Aday belirleme süreçlerinde genel merkezlere ve liderlere tanınan ezici yetki, parti içi demokrasiyi işlevsiz kılarak, liyakat ve halk tabanında karşılık bulma yerine lidere mutlak sadakati aday olabilmenin birincil şartı haline getirir. Böylece partiler, bir yandan demokrasiyi var etmesi beklenen kurumlar iken, diğer yandan lider oligarşisini ve sadakat mekanizmalarını pekiştirerek çürümenin ana motorlarından birine dönüşürler.

Bölüm 1: Adaylığın Bedeli - Siyasete Girişin Finansal Eşiği

Türkiye'de siyaset sahnesine çıkmanın yolu, yasal düzenlemelerle çizilmiş görünüşte eşitlikçi bir çerçeveyle başlar. Milletvekili Seçimi Kanunu ve ilgili mevzuat uyarınca, belirli bir yaşı doldurmuş, en az ilkokul mezunu, kısıtlı olmayan ve belirli suçlardan hüküm giymemiş her Türk vatandaşı seçilme hakkına sahiptir. Bu yasal zemin, teoride geniş bir katılım imkanı sunsa da, pratikte sistemin gerçek filtresi finansal engellerdir. Siyasete giriş, çoğu vatandaş için aşılması imkansız bir "finansal duvar" ile çevrilidir.

Bu duvarın ilk tuğlaları, siyasi partilerin aday adaylarından talep ettiği ve genellikle "bağış" veya "özel aidat" olarak adlandırılan yüksek meblağlardır. Bu ücretler, siyaseti daha en başından itibaren belirli bir ekonomik güce sahip olmayanlar için erişilmez kılarak, Anayasa ile güvence altına alınan "seçilme hakkı"nı fiilen kısıtlamaktadır.

Kadın, genç veya engelli adaylar için yapılan indirimler ise sorunun özünü değiştirmeyen, daha çok bir vitrin düzenlemesi niteliğindedir.

Ancak bu başvuru ücretleri, toplam maliyetin sadece görünen yüzüdür. Ankara, Konya veya Kayseri gibi bir büyükşehirde etkili bir seçim kampanyası yürütmenin (mitingler, yerel medya reklamları, afiş ve broşürler, promosyon malzemeleri, saha ekipleri, seçim ofisleri vb.) maliyeti milyonlarca lirayı bulabilmektedir. Siyasetin finansmanının şeffaf olmaması ve etkin bir şekilde denetlenmemesi, bu devasa harcamaların kaynağını ve boyutunu bir sır perdesinin arkasına gizler. Bu durum, siyaseti sadece bir kamu hizmeti alanı olmaktan çıkarıp, geri dönüşü beklenen büyük bir yatırıma dönüştürür. Yüksek maliyetler, yalnızca ekonomik bir engel değil, aynı zamanda bir tür ahlaki filtredir. Bu sisteme girmek için bu denli büyük paralar harcamayı göze alan bir birey, bu meblağı kamu hizmeti için feda edilmiş bir kayıp olarak değil, geri dönüşü olması gereken bir yatırım olarak görmeye psikolojik olarak daha yatkındır. Dolayısıyla sistem, daha en başından itibaren bu karşılıklı menfaate dayalı mantığı benimseyen aktörleri kendine çeker.

Bu finans sarmalı, parti içi demokrasi yoksunluğu daha da pekiştirir. Siyasi Partiler Kanunu, adayların belirlenmesinde "ön seçim" gibi demokratik yöntemlere imkan tanısa da, partiler ezici bir çoğunlukla "merkez yoklaması" yöntemini, yani aday listelerinin doğrudan parti genel merkezi ve lideri tarafından belirlenmesini tercih eder. Bu durum, adayın seçmene değil, kendisini listeye koyan parti liderine karşı birincil sorumluluk hissetmesine yol açar. Aday olabilmek için iki temel sermaye gerekir: Kampanyayı fonlayacak finansal sermaye ve liderin onayını alacak siyasi sermaye. Bu iki sermaye genellikle iç içe geçer. Finansal gücü olan bir aday, partiye yapacağı katkılarla liderin dikkatini çekebilirken, liderin desteğini alan bir aday ise finansörler için daha "cazip bir yatırım" haline gelir. Bu kesişim, liyakat, yetkinlik ve toplumsal karşılığı denklemin dışına iterek, yerine sadakati ve finansal kapasiteyi koyar.

Bölüm 2: Yatırımın Geri Dönüşü - "İş Takipçiliği" Kurumunun Anatomisi

Seçim sürecinde yapılan devasa "yatırımın" geri dönüşünü sağlayan mekanizma, milletvekilinin anayasal rolünün sistematik bir şekilde dönüştürülmesiyle işler. Anayasa'da tanımlanan temel görevleri yasama ve yürütmeyi denetlemek olan milletvekili, pratikte bu asli fonksiyonlarını ikinci plana atarak, vaktinin ve enerjisinin büyük bir kısmını seçmenlerinin kişisel taleplerini karşılamaya adar. Bu durum, "yasama ile bağdaşmayan işler" olarak Meclis ruhuna aykırı bir fiili durum yaratır. Anayasa koyucunun, milletvekilini yersiz zanlardan korumak ve kamu hizmetlerini aksatmasını önlemek amacıyla bu tür sınırlamaları getirme nedenlerinden birinin "iş takipçiliği külfetini azaltmak" olması, olgunun ne kadar köklü olduğunun bir kanıtıdır. Milletvekili, bir yasa yapıcıdan, bürokratik labirentlerde yol gösteren, memur ataması kovalayan, ihale süreçlerini zorlayan bir "iş takipçisine" dönüşür.

Bu rol dönüşümünün tohumları, daha propaganda döneminde atılır. Bir adayın "cep numaramı veriyorum, 7/24 arayabilirsiniz" vaadi, seçmenle arasında zımni bir hizmet sözleşmesi kurar. Bu vaat, seçmenin gözünde siyasetçiyi ulusal politikaları şekillendiren bir temsilciden, kendi kişisel sorunlarını çözmekle yükümlü, her an ulaşılabilir bir "hami" konumuna indirger. Seçmen, oyunu bu beklentiyle verir ve siyasal katılımı, kamusal politikaların tartışılmasından kişisel taleplerin iletilmesi düzeyine geriler. Bu hami-bağımlı ilişkisi, demokratik kültürü temelden aşındırır ve hesap verebilirliği tersine çevirir. Demokratik bir sistemde seçilmişler, politika ve icraatları üzerinden seçmene hesap verirken, bu modelde vekilin hesap verebilirliği, kamusal politikalardaki performansından çok, kişisel talepleri karşılama kapasitesiyle ölçülür. Bir vekilin yasama performansı ne kadar zayıf olursa olsun, eğer etkili bir "iş takipçisi" ise yeniden seçilme şansı yüksek olabilir.

Bu gayriresmi ancak son derece işlevsel sistemin en önemli dişlilerinden biri de yasama danışmanlarıdır. Bir milletvekili danışmanının resmi görev tanımı; kanun tekliflerini analiz etmek, araştırma yapmak, raporlar hazırlamak ve vekilin yasama faaliyetlerine destek olmaktır. Ancak pratikte danışmanların önemli bir kısmı, bu entelektüel görevler yerine "çantacılık" olarak tabir edilen rolü üstlenir. Yani vekil adına bakanlıklarda ve kamu kurumlarında iş takibi yapar, randevuları ayarlar ve vekilin patronaj ağının lojistiğini yönetirler. Danışmanın görevinin yasal olarak "milletvekilinin ihtiyacına göre" esnek bir şekilde belirlenebilmesi, bu rol dönüşümüne meşru bir kılıf sağlar. Böylece, yasama faaliyetleri için ayrılan kamu kaynağı ve kadrosu, vekilin kişisel nüfuzunu ve patronaj ağını yönetmek için kullanılmış olur.

Bu sistemin bir diğer propaganda ayağı ise devlet hizmetlerinin siyasetçiler tarafından kişisel bir lütuf gibi sunulmasıdır. Bir bakanlığın veya belediyenin, vergilerle finanse edilen ve rutin bir kamu hizmeti olan bir yol, hastane veya okul açılışını, ilgili vekilin veya bakanın kişisel bir başarısı olarak lanse etmesi, yaygın bir pratiktir. Bu durum, seçmenin devlete olan aidiyetini ve güvenini aşındırarak onu siyasetçiye minnettar kılar ve patronaj ilişkisini daha da güçlendirir. Siyasetçilerin medyada daha fazla görünmek ve "açılış yapmak" için birbirleriyle yarışması, siyasetin nasıl içeriksizleştiğini ve bir halkla ilişkiler faaliyetine dönüştüğünü acı bir şekilde gözler önüne serer.

Bölüm 3: Çarkın Dişlileri - Sistemin Kendini Yeniden Üretmesi

"İş takipçiliği" ve patronaj ağı, sadece seçmenin oyunu garanti altına almaz, aynı zamanda siyasetin finansman döngüsünü tamamlayan ve sistemi yeniden üreten bir mekanizma işlevi görür. Seçim kampanyasını finanse eden iş çevreleri ve şirketler, yaptıkları bu "yatırımın" karşılığını, seçilen siyasetçinin nüfuzunu kullanarak alırlar. Bu geri ödeme süreci, genellikle kamusal kaynakların, siyasi olarak ayrıcalıklı çevrelere aktarılması şeklinde tezahür eder. Bunun en yaygın yöntemi, Kamu İhale Kanunu'nun rekabete açık olmayan istisnai hükümlerinin suistimal edilmesi veya doğrudan belirli bir firmayı işaret eden şartnamelerle "adrese teslim" ihaleler düzenlenmesidir.

Bu mekanizmanın işleyişine dair en somut kanıtlar, Sayıştay'ın her yıl hazırladığı denetim raporlarında bulunmaktadır. Bu raporlar, kamu kurumlarındaki usulsüzlükleri, yolsuzlukları ve kaynak israfını detaylı bir şekilde belgelemektedir. Bu sadece Merkezi hükümet için değil yerel yönetimler için de aynıyla geçerlidir.

Ancak bu sistemin kendini nasıl koruduğunu ve yeniden ürettiğini gösteren en kritik nokta, bu raporların akıbetidir. Sayıştay'ın ortaya koyduğu milyarlarca liralık kamu zararına ve açık usulsüzlüklere rağmen, raporlarda adı geçen sorumlular hakkında neredeyse hiçbir zaman etkili bir idari veya adli soruşturma açılmamaktadır. Bu durum, denetim mekanizmalarının fiilen işlevsizleştirildiğini ve yolsuzluğun siyasi bir koruma zırhı altına alındığını göstermektedir. Bu, sıradan bir denetim zafiyeti değil, yolsuzluğun artık sistemin bir "hatası" veya "suçu" olarak değil, işleyişinin "normal" ve "beklenen" bir parçası olarak kodlandığının kanıtıdır. Sistem, kendi yozlaşmasını sürdüren ve koruyan bir tür bağışıklık mekanizması geliştirmiştir.

Bu kısır döngünün motoru ise "yeniden seçilme baskısı"dır. Siyasete girmek için harcanan devasa meblağlar, genellikle tek bir dönemlik maaş ve ödeneklerle karşılanamaz. Siyasetçi, hem ilk yatırımının maliyetini çıkarmak, hem de bir sonraki seçim kampanyası için kaynak biriktirmek zorundadır. Bu finansal baskı, onu sürekli olarak "iş takipçiliği" yapmaya, patronaj ağını canlı tutmaya ve kendisini finanse eden çevrelerin taleplerini karşılamaya zorlar. Bu döngü, siyasetçiyi sisteme ve onun kurallarına daha da bağımlı hale getirir. Bu mikro düzeydeki kayırmacılık, Türkiye'deki daha geniş "kişiselleştirilmiş birikim rejimi" ve siyasal kültürün bir parçası olarak işlev görür. Kamu ihalelerinin liyakate veya verimliliğe göre değil, siyasi yakınlığa göre dağıtılması, sadece bir kamu zararı yaratmakla kalmaz, aynı zamanda piyasadaki adil rekabeti yok ederek ülke ekonomisinin uzun vadeli verimliliğine ve gelişim potansiyeline de darbe vurur.

Bölüm 4: Güç Zehirlenmesi - Siyasetçinin Psikolojik Deformasyonu

Sistemin çarkları sadece kurumları ve kuralları değil, aynı zamanda o çarkların içinde dönen insanları da öğütür. Siyasetçinin yaşadığı psikolojik dönüşüm, bu çürümenin hem bir sonucu hem de devamlılığını sağlayan bir unsurudur. Siyasete giren birey, zamanla bir "koltuk bağımlılığı" olarak da tarif edilebilecek derin bir statü ve güç bağımlılığı geliştirir. Sürekli saygı görmeye, protokolde ön sıralarda yer almaya, talimat vermeye ve ayrıcalıklı bir konumda olmaya alışan birinin, seçilememe ve tüm bu statüyü kaybederek "boşa düşme" ihtimali, en büyük korkusu haline gelir. Bu korku, onu sistemin kurallarına ne pahasına olursa olsun uymaya iten en güçlü motivasyonlardan biridir. Ahlaki sorgulamaları olan, şeffaflık talep eden veya liderin çizgisine uymayan bir siyasetçi, sistem tarafından "yabancı bir cisim" gibi dışarı atılırken; güce bağımlı, eleştiriye kapalı ve sadık olanlar ödüllendirilir ve içeride tutulur.

Bu psikolojik savunma mekanizmalarından en etkilisi, siyaset psikolojisi literatüründe "kolektif narsisizm" olarak adlandırılan olgudur. Siyasetçi, ait olduğu parti veya siyasi grup içinde, "bizim grubumuz üstün, ayrıcalıklı ve her zaman haklıdır" inancını ve dışarıdan gelen eleştirilere karşı aşırı bir hassasiyeti içeren bir kimlik geliştirir. Bu narsist kimlik, yolsuzluk ve liyakatsizlik gibi somut eleştirilere karşı mükemmel bir psikolojik kalkan sağlar. Bu eleştiriler, meşru bir denetim talebi veya yapıcı bir tenkit olarak değil, "davamıza, grubumuza, liderimize yönelik bir saldırı" olarak çerçevelenir. Bu sayede siyasetçi, somut iddialara cevap vermek yerine, eleştirinin kaynağını (dış güçler, komplo teorileri, rakip partiler) şeytanlaştırarak konuyu saptırabilir ve hesap verebilirlikten kolektif olarak kaçabilir.

Bu sistem içinde uzun süre faaliyet göstermek, kaçınılmaz olarak bir kişilik erozyonuna yol açar. Sürekli olarak kendi değerleriyle veya kamuoyu vicdanıyla çelişen eylemlerde bulunmak, bireyde yoğun bir bilişsel çelişki yaratır. Bu rahatsız edici çelişkiyi çözmenin en kolay yolu, sistemin "yeni normalini" içselleştirmektir. Siyasetçi, bir süre sonra yaptığı işlerin yanlışlığının "farkına varmaz" hale gelir; yolsuzluk, kayırmacılık ve liyakatsizlik, siyasetin doğal bir parçası olarak normalleşir. Bu, hem bir savunma mekanizması hem de sistemde psikolojik olarak hayatta kalmanın bir bedelidir.

Bu deformasyonun ne kadar kalıcı olduğu, vekillik veya yöneticilik görevi sona erdiğinde ortaya çıkar. Yıllarca süren güç, ayrıcalıklar, yoğun tempo ve sürekli ilgi odağı olmanın ardından sivil hayata dönmek, pek çok eski siyasetçi için bir kimlik krizine, derin bir boşluk hissine ve adaptasyon sorunlarına yol açabilir. "Eski formatına dönmeye çalışır ama iş işten geçmiştir". "Çarkın kırdığı insan", artık çarkın dışında da onun izlerini taşıyan bir birey haline gelmiştir. Bu psikolojik deformasyon, sistemin bir yan ürünü değil, onun sürdürülebilirliği için gerekli bir yakıttır. Zira seçilememe korkusu ve statü kaybı endişesi, siyasetçiyi liderin ve sistemin kurallarına sorgusuz sualsiz uymaya zorlayan en etkili disiplin aracıdır.

Sonuç: Kendi Kuyusunu Kazan Sistem

Bu rapor boyunca yapılan analizler, Türkiye'deki siyasi bozulmanın münferit olaylar veya ahlaki açıdan zayıf bireylerden kaynaklanan bir sorun olmadığını, aksine bütüncül, yapısal ve kendi kendini yeniden üreten bir sistem sorunu olduğunu ortaya koymaktadır. Siyasete girişin önündeki fahiş finansal engeller, adayların liyakat yerine finansal güç ve lider sadakatine göre seçilmesi, seçilen vekilin anayasal rolünü terk ederek bir "iş takipçisine" dönüşmesi, bu rolün gerektirdiği kaynakları yaratmak için kamu ihaleleri ve siyasi nüfuzun kullanılması, bu yolsuzluk çarkını denetlemesi gereken kurumların işlevsizleştirilmesi ve son olarak tüm bu süreçte siyasetçinin yaşadığı psikolojik deformasyon, "bozulma anaforu"nun birbirine bağlı ve birbirini besleyen halkalarını oluşturmaktadır.

Bu noktada, "Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne 600 tane ermiş seçseniz, sistem onları da bozar". Sorunun temelinde ahlaki değil, yapısal faktörler yattığı için, bireysel çözümler veya iyi niyetli aktörlerin tekil çabaları, köklü bir reform olmadan anlamlı bir değişiklik yaratma potansiyelinden yoksundur. "Bozuk maya", içine katılan her iyi niyeti kendi doğasına benzeterek öğütme kapasitesine sahiptir.

Sistemin mevcut işleyişi, ehliyet, liyakat, demokratikleşme, şeffaflık, hesap verebilirlik ve hukukun üstünlüğü gibi modern bir devletin temel direklerini sistematik olarak aşındırmaktadır. Gerçek anlamda "seçme ve seçilme hakkı", finansal güce ve siyasi bağlantılara sahip olmayan büyük bir çoğunluk için kağıt üzerinde kalan bir hakka dönüşmüştür. Bu durum, sadece siyasi bir çürüme değil, aynı zamanda toplumsal güveni, adalet duygusunu ve ülkenin uzun vadeli ekonomik ve sosyal gelişim potansiyelini de yok eden bir anafor yaratmaktadır. Bu nedenle çözüm, bireyleri değiştirmekten veya daha "ahlaklı" siyasetçiler beklemekten değil; siyasetin finansmanının tam şeffaflığa kavuşturulması, Siyasi Partiler Kanunu'nun parti içi demokrasiyi ve liyakati esas alacak şekilde radikal bir biçimde yeniden düzenlenmesi ve Sayıştay gibi denetim kurumlarının anayasal bağımsızlığının ve işlevselliğinin mutlak surette sağlanması gibi köklü ve cesur yapısal reformlardan geçmektedir. Aksi takdirde, kendi kuyusunu kazan bu sistem, Türkiye'nin demokratik geleceğini de kendi karanlığına çekmeye devam edecektir.

Yorum Ekle
Adınız :
Başlık :
Yorumunuz :

Dikkat! Suç teşkiledecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

sanalbasin.com üyesidir

ANA HABER GAZETE
www.anahaberyorum.com
İşin Doğrusu Burada...
İLETİŞİM BİLGİLERİMİZ
BAĞLANTILAR
KISAYOLLAR
anahaberyorum@hotmail.com
0312 230 56 17
0312 230 56 18
Strazburg Caddesi No:44/10 Sıhhiye/Çankaya/ANKARA
Anadolu Eğitim Kültür ve Bilim Vakfı
Anadolu Ay Yayınları
Ayizi Dergisi
Aliya İzzetbegoviç'i
Tanıma ve Tanıtma Etkinlikleri
Ana Sayfa
Yazarlarımız
İletişim
Künye
Web TV
Fotoğraf Galerisi
© 2022    www.anahaberyorum.com          Tasarım ve Programlama: Dr.Murat Kaya