
TÜRKİYE'DE MERHAMET YORGUNLUĞU VE KUTUPLAŞMIŞ VİCDAN
Giriş: Sessizlik Sarmalı ve Empati Krizi
Türkiye'de toplumsal ruh halini yansıtan temel bir paradoks mevcuttur: Tarih boyunca büyük acılar çekmiş ve "mazlumun yanında yer alma" kimliğiyle övünen bir toplum, bugün Filistin'den Doğu Türkistan'a, Myanmar'dan yanı başındaki adaletsizliklere kadar uzanan geniş bir yelpazedeki insani trajediler karşısında neden derin bir sessizliğe gömülmüştür? Devlet destekli ve organize bir miting dışında, sivil ve tabana yayılmış tepkilerin cılız kalması, genellikle belirli muhafazakar veya cemaat çevrelerinin dışına taşamaması, Batı'da görülen geniş tabanlı ve vicdani uyanış protestolarıyla keskin bir tezat oluşturmaktadır. Kişisel menfaatleri (emeklilik düzenlemeleri, vergi afları vb.) söz konusu olduğunda yüz binleri meydanlara toplayabilen bir toplum, başkalarının acısına, özellikle de bu acı kendi "mahallesinin" dışında kalıyorsa, aynı kitlesellikte ve samimiyette bir tepki gösterememektedir. Ne yazık ki "ötekilerin" çektiği acı, onun görmezden gelinip gelinmeyeceğini veya tam tersine bayraklaştırılıp bayraklaştırılmayacağını belirleyen bir "biz ve onlar" filtresinden geçirilmektedir.
Bu durum, basit bir ahlaki yozlaşmadan ziyade, birbiriyle ilişkili üç temel dinamiğin sonucudur: 1) Siyasi Kutuplaşmanın Empatiyi Rehin Alması, 2) İşlenmemiş Toplumsal Travmaların Yarattığı "Merhamet Yorgunluğu" ve 3) Bu iki unsurun beslediği Stratejik Bir Sessizlik Kültürü. Bu makalenin temel tezi, Türkiye'de evrensel insani acıya yönelik tepkisizliğin, kamusal alanın zehirli bir siyasi arenaya dönüşmesi ve toplumun kendi tarihi acılarıyla yüzleşememesinden kaynaklanan derin bir psikolojik tükenmişliğin bir yansıması olduğudur.
Bölüm 1:
Kutuplaşmanın Anatomisi: "Biz" ve "Onlar" Arasındaki Duygusal Uçurum
Türkiye'de siyasi fikir ayrılıklarının nasıl derin bir duygusal ve sosyal bölünmeye dönüştüğünü, bu durumun toplumsal davranışları ve ahlaki tepkileri nasıl doğrudan etkilediğini sosyolojik bir perspektifle analiz etmeye çalışalım.
-
Politikadan Kimliğe: Duygusal Kutuplaşmanın Yükselişi
Türkiye'deki kutuplaşma, siyasi tercih farklılıklarının ötesine geçerek, bireylerin kimliklerini siyasi kamplarıyla bütünleştirdiği bir "duygusal kutuplaşma" halini almıştır. Bu süreçte siyasi rakipler, sadece farklı düşünenler değil, ahlaki olarak aşağı, güvenilmez ve düşman bir "dış grup" olarak görülmeye başlanmıştır. Siyaset, iyi olanı temsil eden "biz" ile kötü olanı temsil eden "onlar" arasında ahlaki bir mücadele olarak çerçevelenmektedir. Bu yarılmanın derinliği, farklı siyasi kamplardan insanların birbirleriyle evlenmekten bile kaçınması gibi sosyal olgularla kanıtlanmıştır.
-
Tepkisizliğin Politik Mantığı: Tarafsız Empatinin İmkansızlığı
Bu zehirli atmosferde, herhangi bir insani acıya gösterilen tepki, anında siyasi bir turnusol kağıdına dönüşmektedir. Bir birey veya grup, Gazze'deki bir çocuğun acısını dile getirdiğinde, iktidar yanlısı olarak etiketlenme riskiyle karşı karşıya kalır. Doğu Türkistan'daki zulmü gündeme getirdiğinde ise muhalif damgası yer. Bu durum, samimi ve insani bir duruş sergilemek isteyen milyonları bir "sadakat tuzağına" hapseder. İnsanlar, siyasi bir kampa dahil edilme veya karşı kamp tarafından linç edilme korkusuyla, en güvenli seçenek olarak sessiz kalmayı tercih ederler.
Dolayısıyla, İstanbul'daki büyük Filistin mitinginin kitleselliği, devlet tarafından organize edilmesiyle açıklanabilirken, bunun dışındaki sivil tepkilerin (ister Filistin, ister Doğu Türkistan için olsun) dar bir çerçevede kalması, bu siyasi baskı ortamının bir sonucudur. Kamusal alanda "tarafsız" ve "sadece insani" bir tepki alanı kalmamıştır. Empatinin kendisi siyasallaştığı için, apolitik kalmak isteyen geniş kitleler için en rasyonel davranış, tepkisizliğe çekilmektir. Bu durum, toplumun genelindeki sessizliğin en önemli siyasi nedenini oluşturur.
1.3. Vaka Analizi: Acının Siyasallaştırılması - Filistin ve Doğu Türkistan Karşıtlığı
Filistin davası, sıklıkla hükümet ve onun muhafazakâr-dindar tabanı tarafından güçlü bir şekilde savunulmaktadır.
Buna karşılık, Uygurların yaşadığı zulüm, daha çok milliyetçi ve seküler muhalif gruplar tarafından sahiplenilen bir dava olarak öne çıkmaktadır. Bazı kesimlerin Doğu Türkistan meselesini sadece Filistin anlatısına karşı bir argüman olarak gündeme getirmesi, kutuplaşmanın körüklediği klasik bir ‘peki ya o?’ örneğidir. Öte yandan karşı kesimden bazılarının Filistin davası yanında Doğu Türkistan meselesinin seslendirilmesini bir hedef dağıtma ya da ırkçı reflex olarak görmesi de bu tarafsız empatinin imkansızlığının geldiği noktayı göstermekte. Bütün bunlar, bu eylemlerin, mutlaka samimi bir dayanışma arayışından değil, siyasi "ötekinin" ahlaki üstünlüğünü sarsma amacından da kaynaklanabildiğini ortaya koymaktadır.
Duygusal kutuplaşma teorisi, bu durumu iç-grup/dış-grup dinamikleriyle açıklamaktadır. "İç-grup" (örneğin, iktidar destekçileri) "kendi" davası etrafında kenetlenirken, "dış-grubun" davasını şüpheyle karşılamakta veya siyasi puan kazanmak için araçsallaştırmaktadır. Sonuç olarak, kamusal alanda empati ifadeleri, evrensel ahlaki tepkilerden ziyade stratejik siyasi sinyallere dönüşmüştür. Bu durum, samimi insanları istemeden de olsa partizan bir çerçeveye hapseden ve karşı çıktıkları kutuplaşmayı farkında olmadan güçlendiren bir "sadakat tuzağı" yaratmaktadır. Bu atmosfer, nüanslı tartışmaları imkânsız kılmaktadır. Bir birey, hem Gazze'deki hem de Uygur çocukları için derin bir üzüntü duyduğunu, her iki siyasi kamp tarafından "tarafsızlık" ya da "ihanet" ile suçlanmadan kolayca ifade edememektedir. Empatinin kendisi, siyasi aidiyete göre dağıtılan, kıt ve karneye bağlanmış bir meta haline gelmiştir.
Bölüm 2:
Kolektif Hafızanın Kırılması ve Merhamet Yorgunluğu
Günümüzdeki genel tepkisizliğin köklerini sadece siyasi kutuplaşmada değil, aynı zamanda toplumun kendi tarihiyle kurduğu sorunlu ilişkide ve bunun yarattığı psikolojik tükenmişlikte de aramak gerekmektedir.
Türk toplum bilinci, belirli travmaları vurgularken diğerlerini sistematik olarak silen devlet güdümlü bir anlatı tarafından şekillendirilmiş, bu da günümüzdeki şikayetleri ve kayıtsızlığı besleyen çarpık bir tarihsel mağduriyet hissi yaratmıştır.
2.1 Unutmanın Sosyolojisi: Siyasi Bir İnşa Olarak Hafıza
Bir milletin neleri hatırlamayı (örneğin, kurucu mitler, kahramanca zaferler) ve neleri unutmayı (örneğin, iç zulümler, tarihi yenilgiler, kendi halkına yönelik katliamlar) seçmesi tesadüfi değildir. Modern ulus-devletler, kendi kurucu mitlerini güçlendirmek için tarihi anlatıları aktif olarak şekillendirir, bu süreçte işlerine gelmeyen travmaları ve acıları sistematik olarak kolektif hafızadan silerler.
2.2 Bir Unutma Vaka Çalışması: 1821 Tripoliçe Katliamı
Türkiye'nin kolektif hafızası, bu seçici unutkanlığın çarpıcı bir örneğidir. 1821'de Yunan isyanı sırasında Tripoliçe'de on binlerce Türk ve Yahudi sivilin sistematik olarak katledilmesi gibi modern tarihin en büyük sivil katliamlarından biri, bugün kamuoyu ve eğitim müfredatında neredeyse hiç yer almamaktadır. Benzer şekilde, 93 Harbi, Balkanlar'daki etnik temizlik, Anadolu'nun işgali sırasındaki mezalimler ve Orta Asya'daki zulümler gibi sayısız büyük travma, kolektif bilincin derinliklerine itilmiştir. Bu olaylar, tarihsel kayıtlarda detaylı bir şekilde belgelenmiş olmasına rağmen, toplumsal bir yasa dönüşmemiştir.
Yunanistan, 1821 isyanını ulusal kimliğinin temel bir unsuru olarak aktif bir şekilde kutlarken (hatta katliama övgüyü milli marşına dahil ederken), Türkiye modern tarihindeki en büyük sivil katliamlarından birini etkili bir şekilde unutmuştur.
Bu katliamların unutulması, pasif bir hafıza kaybı değil, aktif, ancak çoğu zaman bilinçsiz bir siyasi stratejidir. Bu olayları silmek, öncelikle "Batı" ile ilişkisi ve kendi devlet kurma mitleri (örneğin, Kurtuluş Savaşı) tarafından tanımlanan bir ulusal kimlik inşa etmeye hizmet eder. Türklerin Yunanlılar, Bulgarlar, Ruslar ve Ermeniler tarafından mağdur edildiği bir tarihi hatırlamak, basit ve kahramanca milliyetçi anlatıyı karmaşıklaştırdığı için siyasi olarak elverişsizdir. Tarihsel kayıtlarda Türklere yönelik çok sayıda vahşet belgelenmiş olmasına rağmen, bu olaylar Türkiye'deki kamu bilincinde neredeyse hiç yer almamaktadır. Unutmak, siyasi bir eylemdir.
2.3 Merhamet Yorgunluğu: Acıya Karşı Duyarsızlaşma
Kendi tarihsel acılarıyla yüzleşmeyen, onları işlemeyen ve yasını tutmayan bir toplum, zamanla psikolojik bir savunma mekanizması geliştirir: duyarsızlaşma. Sürekli olarak travmaya maruz kalmak veya travmatik bir geçmişi bastırmak, "merhamet yorgunluğu" veya "toplumsal tükenmişlik" olarak adlandırılabilecek bir duruma yol açar. Bu, başkalarının acılarına karşı empati kurma kapasitesinin azalması, duygusal bir tükenmişlik ve umutsuzluk halidir.
Kendi unutulmuş ölülerine ağlayamayan bir toplum, başkalarının ölüleri için de samimi ve sürdürülebilir bir empati geliştirmekte zorlanır. Görülen anlık tepkiler, derin bir vicdani uyanıştan çok, siyasi kimliğin bir gereği olarak ortaya çıkan sözde eylemler olma eğilimindedir. Dolayısıyla, bugünkü genel sessizlik, sadece siyasi bir tercih değil, aynı zamanda kendi işlenmemiş travmalarının ağırlığı altında ezilmiş bir toplumun psikolojik bir semptomudur. Acıya karşı kolektif bir "bağışıklık" geliştirilmiştir.
Bölüm 3:
Şöhretin Bedeli: Etkileyiciler, Sanatçılar ve Sessizlik Mimarisi
Gelelim milyonlarca takipçisi olan tanınmış kişilerin kritik sosyal konularda neden sessiz kaldığı sorusuna... Dünyanın bir çok ülkesinde çok tanınmış sanatçılar yaşanan acılara seslerini yükseltirken ve hatta gerekirse Siyonist destekli kurumlarla iş yapmama kararı alırken bizim ünlülerimiz neden suskun? Bu sessizliğin kişisel bir başarısızlıktan çok, modern medya ekosisteminin, siyasi baskının ve yaygın bir korku kültürünün yapısal bir sonucu olduğunu birlikte analiz edelim.
3.1 Uygunluğun Ekonomisi: "Beslenme Borularının Tıkanması"
Söz konusu sektörde temel iş modeli, marka sponsorluklarına ve geniş, ticari olarak geçerli bir çekiciliği sürdürmeye dayanmaktadır. Herhangi bir tartışmalı konuda tavır almak, izleyici kitlesinin bir bölümünü yabancılaştırma riski taşır ki bu da takipçi kaybına, olumsuz marka ilişkisine ve kazançlı sözleşmelerin feshine yol açabilir. "Beslenme boruları tıkanır" ifadesi, bu ekonomik gerçekliği çerçevelemek için bir araç olarak kullanılacaktır. Lüks ve tüketim odaklı bir yaşam tarzı yansıtma odağı, doğası gereği etik veya politik olarak riskli pozisyonlar almakla çelişir.
3.2 Dijital Kalabalığın Korkusu: "İptal Kültürü" ve Siyasi Linçler
Ekonominin ötesinde, güçlü bir sosyal caydırıcı daha vardır: koordineli çevrimiçi saldırı korkusu. Türkiye bağlamında "iptal kültürü" veya "linç kültürü" olgusunu analiz etmeye çalışalım. Yüksek derecede kutuplaşmış bir ortamda, herhangi bir ifade karşıt siyasi kamp tarafından silah haline getirilebilir. Ünlüler bir çapraz ateşin ortasında kalırlar. Muhalefetin desteklediği bir konuda konuşurlarsa, hükümet yanlısı trollerin ve potansiyel olarak resmi soruşturmaların tepkisiyle karşılaşacaklarını düşünürler. Hükümetin çizgisini tekrarlarlarsa, muhalefet tarafından dalkavuk olarak saldırıya uğrarlar. Bu, sessizliğin en güvenli, ancak en korkakça seçenek haline geldiği bir duruma dönüşür.
3.3 Siyasi Bir Duruş Olarak Sessizlik: Tarafsızlık İllüzyonu
Burada analizimizi pratik korkulardan felsefi bir argümana yükseltelim. Hannah Arendt ve Slavoj Žižek gibi düşünürler, önemli adaletsizlik veya otoriterlik bağlamlarında tarafsızlığın bir kurgu olduğunu savunmakta. "Taraf tutmama" veya sessiz kalma eylemi, kendi içinde, zımnen statükoyu ve güçlü olanı destekleyen siyasi bir eylemdir. Bu statükonun ille de iktidar olması gerekmez. Yaygın ve baskın siyasi yoz kitleler aynı görevi ifade eder. Büyük bir sanatçının bir insan hakları meselesindeki sessizliği tarafsız değildir; bu, milyonlarca takipçisine bu konunun konuşmaya değecek kadar önemli olmadığı sinyalini veren kamusal bir uyum performansıdır. Bu durum, kayıtsızlığı normalleştirir ve adaletsizliği yaratan güç yapılarını pekiştirir.
Tanınmış kişilerin sessizliği sadece siyasi kutuplaşmanın bir sonucu değil, aynı zamanda onu derinleştiren bir katalizördür. Bu sessizlik, kamusal alanda bir boşluk yaratır. Güvenilir, birleştirici figürler karmaşık konuları evrensel bir insaniyetçilik temelinde konuşmayı reddettiğinde, geriye kalan tek sesler en aşırı ve partizan olanlardır. Bu durum, siyasi liderlerin ve partizan medyanın tartışmanın koşullarını belirleme gücünü artırır. Kamuoyu, iki aşırı kutup arasında ikili bir seçimle baş başa kalır ve güvenilir kültürel figürler tarafından dile getirilen ılımlı, birleştirici veya insancıl bir alternatiften yoksun kalır. Dolayısıyla, ünlülerin sessizliği, nüanslı "orta yolun" ölümüne aktif olarak katkıda bulunur, "biz ve onlar" dinamiğini şehirdeki tek oyun haline getirir ve sessizliklerine neden olan kutuplaşmayı daha da hızlandırır. Bu bir kısır döngüdür.
Bölüm 4:
"Tarlamın Sınırları": Bireycilik ve Kamu Görevi Arasında Türk Toplumu
Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı sırasında yaşandığı ifade edilen hikayesini çoğumuz hatırlarız. Ülkeye düşman girdiğini, çiftçinin ise hala ekim işleriyle uğraştığını ifade eden Atatürk’e, tarlasının sınırlarını göstererek ‘benim topraklarım burada başlıyor, düşman buraya ayak basarsa o zaman gereğini yaparım’ ifadesinde bulunan bir anlayışı sil baştan ele almak gerekiyor.
4.1 Toplumsal Erozyon: Milli Birlikten Bireysel Dağılmaya
Atatürk ve düşman tarlasının sınırını geçene kadar endişelenmeyen çiftçi anekdotu, özel alana çekilmenin güçlü bir metaforu olarak hizmet eder. Erken Cumhuriyet'in kolektivist, ulus inşası ahlakından daha parçalanmış, atomize olmuş ve bireyci bir topluma doğru sosyolojik kaymayı hep birlikte görüyoruz. Onlarca yıllık siyasi istikrarsızlık, askeri darbeler ve yoğun ideolojik çatışmaların sosyal güveni aşındırdığı ve sivil toplumun bağlayıcı dokusunu zayıflattığı, insanları soyut kamu yararı kavramları yerine kendi "tarlalarının" (aile, ekonomik refah) güvenliğini ve emniyetini önceliklendirmeye yönelttiği konusu üzerinde detaylıca durmak lazım.
Bu durumun temel nedenleri şunlardır:
1. Siyasi Kutuplaşma: Kamusal alan, anlamlı bir diyalog veya ortak eylem alanı olmaktan çıkmış, kimliklerin savaştığı bir arenaya dönüşmüştür.
2. Merhamet Yorgunluğu: Toplum, kendi geçmişiyle ve güncel sorunların ağırlığıyla başa çıkmakta zorlandığı için psikolojik olarak tükenmiş durumdadır ve dış dünyaya karşı kendini kapatma eğilimindedir.
3. Güven Erozyonu: Siyasi ve sosyal kurumlara yönelik genel güvensizlik, bireyleri kolektif çözümler aramaktan alıkoymakta ve kendi başlarının çaresine bakmaya itmektedir.
4.2 Modern Protestonun Doğası: Dijital Öfke, Fiziksel Atalet
Sosyal medya, örgütlenme ve bilgi yayma için güçlü araçlar sunarken, aynı zamanda bir "klavye aktivizmi" veya sadece dijital katılım kültürünü de besleyebiliyor. Geçmişin büyük ölçekli, ideolojik güdümlü hareketlerini, günümüzün genellikle anlık, çıkar temelli ve kısa ömürlü protestolarıyla karşılaştıralım. Çevrimiçi ifadenin kolaylığı, toplumu aktif olduğu hissine kaptırırken, gerçek risk taşıyan sürdürülebilir, gerçek kitlesel eylemlere girişmeye karşı derin bir isteksizliği maskeliyor olabilir mi? İnternetin hem hareketleri nasıl kolaylaştırabileceği hem de bireyleri kutuplaşmayı pekiştiren ve geniş tabanlı, ideolojiler arası dayanışmayı engelleyen yankı odalarına nasıl hapsedebileceği konusunu da ele almak gerekiyor.
Bu noktada, Türk toplumunun aynı anda hem aşırı siyasallaşmış (her şeyin partizan bir mercekle görüldüğü) hem de siyasetten arındırılmış (anlamlı sivil katılımdan özel hayata çekilme) olduğu paradoksu ortaya çıkmaktadır. Duygusal kutuplaşmanın yoğunluğu (aşırı siyasallaşma), kamusal alanı zehirli ve yorucu bir arenaya dönüştürmektedir. Bu, uzlaşmanın imkânsız olduğu ve kişisel saldırıların yaygın olduğu sıfır toplamlı bir savaş alanıdır. Bu zehirliliğe rasyonel bir tepki olarak, birçok vatandaş kamusal hayattan tamamen çekilir. Kendini koruma biçimi olarak sivil ve siyasi eylemden uzaklaşırlar. Bu, siyasetten arınma eylemidir. Çiftçi, bencil olduğu için kayıtsız değildir. "Millet" kavramı kutuplaşma tarafından paramparça edildiği için millete karşı kayıtsızdır. Onun "tarlası", kendisini yetkin hissettiği ve zehirli "biz ve onlar" savaşı tarafından kirletilmemiş tek alandır. Dolayısıyla, özel alana çekilme, kamusal alanın aşırı siyasallaşmasının doğrudan bir sonucudur. Bu, bir toplumun sosyal medyada siyasetle takıntılı görünürken, kolektif, partizan olmayan veya fedakâr amaçlar için harekete geçirilmesinin neden bu kadar zor olduğunu açıklamaktadır.
Sonuç: Parçalanmış Bir Vicdanı Onarmak
Türkiye toplumunun insani trajediler karşısındaki sessizliği, ahlaki bir çöküşten ziyade, derin ve yapısal bir krizin semptomudur. Siyasi kutuplaşmanın kamusal alanı yaşanmaz kılması, işlenmemiş kolektif travmaların yol açtığı merhamet yorgunluğu ve bu iklimde yeşeren korku ve kayıtsızlık kültürü, toplumu bir sessizlik sarmalına hapsetmiştir.
Batı'daki vicdani uyanışların aksine, Türkiye'de sivil toplumun dar bir çerçeveye sıkışması, bu temel sorunlar çözülmeden aşılamayacak bir duruma işaret etmektedir. Çözüm, bireyleri duyarsızlıkları için suçlamaktan değil, empatinin yeniden siyaset üstü ve evrensel bir değer olarak kabul göreceği bir kamusal alan inşa etmekten geçmektedir. Bu ise, sadece siyasi dilin yumuşamasını değil, aynı zamanda toplumun Tripoliçe'den bugüne uzanan unutulmuş acılarıyla yüzleşerek kolektif hafızasını ve merhamet kapasitesini onarmasını gerektirmektedir.
"Mazlumun yardımına koşan bir millet" şeklindeki milli kimlik imajını sorgulayalım, bunun geri kazanılabilecek tarihsel bir ideal mi, yoksa artık parçalanmış gerçekliği yansıtmayan mitolojik bir kimlik mi olduğunu tartışalım. Ve etrafımıza insan olmanın partizan kimlikten ayrılması için çağrıda bulunalım. Partizan olmayan bir empati için bir alan oluşturarak "sessizlik sarmalının" ve kutuplaşmış öfke döngüsünün kırılabileceğini herkese gösterelim. Zira Gazze’nin acısı da Kaşgar’ın hüznü de bizim. Kerkük katliamı da, Bosna katliamı da bizim yüreğimize yapıldı. Bu yara hepimizin.