2
13. asrın sonlarına kadar canı koruma, aklı koruma, dini koruma, nesli ve aileyi koruma, malı, ticareti ve seyahati koruma gibi insanlığın en temel ihtiyaçlarını zirve noktada bir sistem haline getirerek; yeryüzünde bilimde, düşüncede, teknolojide, kültürde, sanatta, ahlakta, hukukta ve medeni hayatın tüm standartlarında insanlığın medeni hayatının doruk noktasını yaşamış ve yaşatmıştır. Ne zaman ki fizik ve sosyolojik dünyanın ilimleri "alet ilimleri" olarak dini ilimlerin ardılı olarak, ikincil bir kategori olarak tasnif edilip bilginin bütünlüğünden kopartılarak itibar kaybına uğratılmış; işte o zamandan beridir İslam medeniyetinin tüm kültür havzalarının fizik ve sosyolojik dünyasında öncelikle bir durağanlık, sonrasında ise gerileme, çöküş yaşanmaya başlanmış, bilim ve teknoloji gücünü yitirmiş, kuvvet merkezini ve savunma eksenini kaybetmiş olması yanında uzunca bir süredir fıkıhta, düşüncede, sanatta ve mimaride TAKLİT çağı yaşanmaya başlanmıştır.
İşte bu taklit çağı nedeniyledir ki 18. yüzyıl itibariyle Bilad-ı İslam coğrafyalarında yaşayan ve fizik dünyadan kopan Müslümanlar, birinci dereceden Batı kültür ve medeniyetinin, ikinci dereceden Çin ve Hint inanç ve kültürünün tahakkümü altında ezik, ezgin, esir ve bağımlı bir hayat tarzı içinde bulunmaktadırlar. Burada dikkat çekmek istediğim konu güvenlik konusudur ki; fizik dünyadan kopan etnik ve teopolitik inançlar yüzünden çıkar ve iktidar hırsı için yapılan iç kavga ve savaşlar, sonuçta gücü, kuvveti zaafa uğratıp devleti çökerten ana faktör olduğunun altını çizmek istedim. Ayrıca inançta, düşüncede ve kültürde yaşanan taklit çağının doğal neticesi olan durağanlık ve çöküş dönemlerine de vurgu yapmak istedim. İslam medeniyeti müntesipleri olarak; iktidarları ve toplumları ile birlikte kendilerini zaman, mekân ve sosyolojik şartlarda üç dünyanın bütünlüğü üzerinden inşa edemediklerinden dolayıdır ki medeniyet iddiasını erteleyerek hayat sahnesinden çekilmiş ve uyku dönemine evrilmiştir.
Bu uyku hali tam anlamı ile medeniyet iddiasını kaybetmiş, kesin bir mağlubiyet ve yok oluş hali değildir. Çünkü tarih, kültür ve medeniyet öylesine uzun bir oluşum sürecidir ki ne oluşumunda ne hakimiyet dönemlerinde ve ne de uyku dönemlerine geçişte şapkadan tavşan çıkarırcasına anlık ve kesintili süreçler değildir. Tam tersine tarihin kesintisiz ve sürekliliği içinde oluşan süreçlerdir.
Sonuç olarak uyanış ve diriliş iddiasını ortaya koyarak meydan okuması da anlık dönemlerde yapılamayacağı; bir hazırlık, bir çile, bir gebelik dönemlerini ihata eden bir tecdit, bir ihya ve bir inşa dönemleri geçireceği gerçekliğini de ifade etmemiz gerekmektedir.
İslam medeniyeti ile Batı medeniyetinin halihazır durumunu ortaya koymak için hala güncelliğini koruyan İKİ TEZ üzerinde de durmak gerekmektedir.
Birincisi; Fukuyama’nın "Tarihin Sonu" tezi, ikincisi de Huntington’ın "Medeniyetler Çatışması" tezi. Bu iki tezin de Batı medeniyetinin çıkmaz sokakta olduğunu açıkça göstermektedir. İlki; Batı medeniyetinin, liberal demokrasi ve serbest piyasa ekonomisinin dünyanın geldiği en son nokta olduğunu ve Batı medeniyetinin asla alternatifinin olamayacağının absürt iddiasından başka bir şey değildi.
İkincisi; Batı blokunu teşkil eden başat güçlere hedef olarak kendilerine tek alternatif gördükleri İslam medeniyetinin nispeten canlı olduğu coğrafyalardaki ülkeleri göstererek, onların sahip oldukları kapasite ve imkanların tekraren yok edilmesi amacı doğrultusunda oluşturulan BOP ve BİP gibi projelerin, ABD ve İsrail’in Abraham Anlaşmaları'nı da yaparak körfez bölgesini etkisizleştirip bölgesel işgal ve yayılmacı operasyonlarından başka bir şey olmadığı ortaya çıkmış oldu.
Batının, ABD ve İsrail’in ortaklığında birlikte yaptıkları zulüm, işgal, sömürü ve soykırım projeleri ile insanlığın abad olamayacağı gerçekliği bir kez daha açık seçik ortaya konulmaktadır. Tarihin canlı gidişatı göstermiştir ki; ne Fukuyama’nın "Tarihin Sonu" tezi, ne de Huntington’ın "Medeniyetler Çatışması" tezi amacına ulaşabilmiştir. Tam tersine insanlık ailesi Batı medeniyetinin çürüdüğünü, tıkandığını ve insanlığın yegâne açmazı, yegâne buhranı olduğunu, beynelmilel Siyonizm’in zulüm ve sömürü politikalarını bizzat yaşayarak gördüğünü; yaşanılan bu büyük buhranın yeni ve yepyeni bir medeniyeti gerekli kıldığını tüm çığlıkları ile ortaya koymaktadır. İnsanlığın yükselen bu çığlıkları inşallah insanlığın yegâne kurtuluş alternatifi olan İslam Medeniyetini müjdelemektedir.
Günümüzde dünya coğrafyalarında yaşayan diğer putçu, ahlakçı, ruhçu ve totemci medeniyetlerin kısa analizlerini burada yaparak ana başlıktan daha fazla uzaklaşmak istemiyorum. Şimdilik halihazırda yaşayan iki rakip medeniyetin kısacık profilini vermiş oldum. Tekraren yazımızın başlığına odaklanıp medeniyet ölçeğinde günümüz dünyasına kuş bakışı baktığımızda gördüğümüz vakıa şudur:
İnsanlığın büyük buhran ve bunalımın sürdüğü, sömürünün yaşandığı, transhümanist çağında dijital hayatın ve yapay zekanın dayatıldığı, insan ve toplumların mutlu olmadığı ve giderek insanlığın köleleşmeye doğru sürüklendiği, biyonik insanın kurgulandığı bilgi, teknoloji ve uzay çağında... Bu yeni çağın tüm gereklerini; en başta iklim değişikliğinin, kuraklığın ve gıda güvenliğinin etkilerini de dikkate alarak, bu yeni sürecin bizzat içinde olarak, süreçten kopmadan teknolojik, felsefi, ahlaki ve sosyolojik etkilerinin araştırılıp tartışılıp müzakere edilerek milletimizin ve ümmetin hayrına sunularak iyi yönetilmesi gerektiğinin de altını çok kalın çizgilerle çizmek gerekliliğini ifade etmek isterim.
Neden İslam medeniyetinin, üç dünyanın organik bütünlüğünde tecdit ve ihya temelinde inşa tasavvuru, söylemi ve eyleminin zaruretine ihtiyaç olduğu vakasını tekraren açmak istiyorum:
Mezkur medeniyetlerin tarihi geçmişine ve bugününe baktığımızda gördüğümüz vakıa şudur ki; Batının maddeci, pagan, ateist medeniyetinin ve ikiz kardeşi olan ruhçu, putçu, totemci medeniyetlerin insanlığın başının belası olduğunu, insan fıtratına aykırı olarak insanlığın kanını emdiklerini, yaptıkları zulümleri ve sömürülerini, uyguladıkları ırkçı ve ötekileştirici asimilasyon ve soykırım politikalarını dikkate aldığımızda; insanlığın bu acınası tablosu neden İslam medeniyetinin gerekli olduğunun cevabını rahatlıkla vermektedir. Netice itibariyle insanlığın yaşadığı bu büyük buhran ve ıstırap tabloları; ahlaki ve manevi buhran yanında, maddi olarak da içinde bulundukları açlık, sefalet, yoksulluk, sömürü ve soykırım sahneleri, kısaca insanlığın acı ve ıstırap veren bu zorlu yolculuğunda refah, huzur ve barış arayışı sürmekte ve bu arayış İslam medeniyetinin yeniden inşası zaruretinin gerekliliğini de açık seçik ortaya koymaktadır.
Şimdi de bir medeniyetin yeniden inşasının nasıl olması gerektiği üzerine yoğunlaşalım istiyorum.
Kendi tarihimizin, coğrafyamızın, medeniyetimizin, kültür havzalarımızın geçmişine ve bugününe bakarak sahici ve doğru değerlendirmeler yaparak yarınlarımızı tasavvur ettiğimizde; Vahiy ve Risalet'in orijinal döneminin yaşanmışlığına bakarak, Ümmü'l-Kitabımızın tahrif ve tebdil edilmeyen tevhid eksenine dayanarak demekteyiz ki:
Yeniden tecdit, yeniden ihya ve yeniden inşa yöntemleri ile fizik dünyamızın, sosyolojik dünyamızın, metafizik dünyamızın ve gaip alemle olan tüm ilişkilerin ve oluşmuş tüm kültür havzalarının; kısaca İslam ümmeti olarak İslam geçmişimizin süzülüp damıtılıp ayıklanması demek olan tecdit hareketi, bugün için hem en büyük bir zaruri ihtiyaç ve hem de en büyük bir içtihadi çabadır demekteyiz. Bu ana nedenledir ki; bu üç dünya tasavvurumuzu tevhid akidesi temelinde ve insan ihtiyaçları ve zaruretleri rehberliğinde yeni bir Fıkhu'l-Ekber anlayışı ile yeniden doktrine edip, yeniden ilimle, hikmetle, ahlakla, hukukla, sanatla, düşünce ile, bilimle, teknoloji ile buluşturup, donatıp temellendirerek milletimizin ümranını sağlamak ve insanlığa armağan etmek mümkün gözükmektedir.
Hiçbir medeni ve beşerî hareket; bir tecdit ve bir ihya hareketinin, ferdin ve toplumun tüm katmanları ile (köylüsü ile kentlisi ile) organik bütünlük içinde genel kabulüne dönüşmedikçe inşası mümkün gözükmemektedir. Bu genel kabul toplumların hem siyasi hem iktisadi hem kültürel ve hem de ahlaki, kısaca tüm içtimai alanlarını kapsamak, kuşatmak ve inşa etmek durumundadır. Bir başka açıdan ifade etmek gerekir ise; hiçbir siyasi, iktisadi, içtimai ve kültürel hareket, toplumun temel dinamikleri olan ulema, ümera, ağniya, asfiya ve gönül sultanlarından müstağni kalamaz. Bir medeniyet hareketi; ümmetin ve milletlerin ulema sınıfının (akademiya dediğimiz üniversite kadrolarının), ümera sınıfının (kısaca ülkenin seçilmiş ve atanmış tüm yönetici bürokrat kadrolarının), ağniya sınıfının (ülke zenginleri olan sanayici ve tüccarlarının), asfiya sınıfının (ülkenin iç ve dış güvenliğinin tüm kadrolarının) ve ümmetin tasavvuf dünyasının mimarları olan gönül sultanlarının el birliği, iş birliği ve gönül birlikteliklerinin organik bütünlük içinde medeniyet inşa hareketine odaklanıp kilitlenmelerini de zorunlu kılmaktadır. Bir medeni ve içtimai hareket, toplumun bu medeni temel dinamiklerini tetikleyerek ve organik bütünlük içinde yoluna devam etmek zorundadır.
Ancak; bir medeniyet inşa hareketinin en zorlu, en zahmetli, en çileli süreci TECDİT sürecidir ki, bu tecdit sürecinde amaçlanan medeniyet inşa hareketi kesinlikle bir eli yağda bir eli balda, gül bahçelerinden asla geçmiyor. Tüm nebilerin ve büyük inkılap kadrolarının başarı öykülerine baktığımızda görmekteyiz ki, böylesi köklü hareketler toplumun ekseriyeti tarafından büyük tepkilerle karşılaşmaktadır. Üstüne üstlük böylesi tecdit ve inkılap hareketlerinin en başta köhnemiş sistemin kadroları, kurumları ve kuralları tarafından en baştan mahkûm edilmekte ve çürümüş düzenin putçu bekçileri tarafından da her zaman takibat altında tutulması gerçekliğidir. Bu vadide en can sıkıcı olan hakikat ise; böylesi köklü medeni inkılap hareketleri, aynı inanç, aynı tarih ve aynı kültür dünyasının her katmanının müntesipleri tarafından aforoz ve tekfir tehditleri ile karşı karşıya kalınması gerçekliğidir. Böylesi kör bir taassup, uzun süren taklit ve çöküş çağının doğal bir sonucu olarak karşımızda durmaktadır. Medeniyet inşa hareketinin en zorlu yolu, bu yolun en başlangıcı demek olan tecdit süreci ferde, topluma ve müesses nizama bir meydan okumadır ki; bu tecdit hareketi, bu sürecin içinde olan bu büyük ve zorlu yokuşu, iman ve şahsiyeti doruk noktasında olan en kahraman, en cesur ve en fedakâr kadroları tarafından aşılabileceği gerçekliğini de göz ardı etmemek gerekmektedir.
Demek istiyoruz ki; bir medeniyet inşa hareketi iman gerektirir, ruh gerektirir, akide gerektirir, heyecan gerektirir, fedakârlık gerektirir, dayanışma ve güç kuvvet gerektirir. Sadece güzel söylemlerle, kabuk eylemlerle, yazı ve çizilerle, kısaca idare-i maslahatla inkılap gerçekleşemiyor. Yeni bir yaşam biçimi, yeni bir hayat tarzı haline gelemeyen, üç dünyanın bütünlüğünü sağlayarak toplumun temel dinamiklerini tetikleyemeyen kabuk misali söz, hareket ve eylemlerle asla gayesine ulaşamayacağı gerçeğinin altını acı da olsa ifade etmek istiyorum.
İslam zaviyesinden baktığımızda medeni gelişmeyi tetikleyen yegâne muharrik güç Cihad-ı Ekber ve Cihad-ı Asgar anlayışı teşkil etmektedir. Bu anlayış ile Müslüman dünyanın maddi ve manevi putları yıkılacak ve dünyevileşme hastalığı sona erecek, haz ve konfor tutkularından vazgeçilecek ve yeniden gönüllerin fatihleri ile çağ açıp çağ kapatan büyük düşünürler, büyük edipler, şairler, yazarlar, mimarlar, müzik üstatları, sanatçılar, zanaatkarlar ve gönül sultanları, büyük fatihler yeniden asra hükmederek insanlığın gönüllerini İslam’ın huzur iklimine kavuşturacaktır demekteyiz. İslam’da ferdin ve toplumun hem somut düşmanları ile ve hem de soyut düşmanları ile kıyasıya mücadelesi demek olan nefisle ve şeytanla kıyasıya mücahedesi yanında; ilim, hikmet, ahlak ve adalet arayışı yanında cihat anlayışı, gaza anlayışı ve fetih anlayışı ile bütünlük içinde devam ettirmek zorunluluğu vardır.
Ancak üzülerek belirtmemiz gerekiyor ki sadece ahlaki ve manevi çöküş Batı dünyası için söz konusu değildir; aynı zaaflar maalesef İslam dünyası için de marazi bir illet haline gelmiştir. Kavmiyetçilik, iç savaşlar, işgaller, zulümler, organ ve insan kaçakçılığı, uyuşturucu, kadının ve erkeğin bir şehvet aparatı olarak kullanılması, dünyevileşme hastalığı, haz ve konfor hastalığı ve ahlaki zaaflar tüm dünyayı sarıp sarmalamıştır. Ancak "Gecenin en zifiri karanlık anı, şafağın sökmesinin en yakın halidir" diyoruz. Demek istiyoruz ki; bir topluluk iktisaden zayıf olabilir, hatta ülkesi dahi işgal altında bulunabilir; eğer inanç dünyası sağlam ve sağlıklı ise, manevi ve ahlaki değerleri yerinde ise yeniden dirilişi için, kurtuluşu için en temel zemine, en sağlam dinamiğe sahiptir demekteyiz.
Bu nedenledir ki; medeniyet hareketimizin yöntemini manevi ve ahlaki değerler temelinde tecdit, ihya ve inşa teşkil ederken; ruhunu da cihat, gaza ve fetih teşkil etmektedir. Birisi düşünce metodu, diğeri hareket metodudur. Cihat, gaza, fetih mücadelesi ile tecdit, ihya ve inşa hareketleri bir işgal değil, bir zorbalık değil, asla bir kalkışma, bir isyan, bir yıkım değildir. Tam tersine bir gönüllülük, bir rıza temelinde ferdin ve toplumun bir yenilenme iradesi, aslına rücu etme ve köklü bir ıslah ve inkılap isteğidir. Toplum için bir ihyadır, bir diriliştir; fert için aslına dönmedir, fıtratına ircadır. Medeniyet inşa hareketi; yeni bir yaşam biçimi, yeni bir hayat tarzı ile yeni hayat standartları ile yeni bir müesses nizam ile ve yeni bir nizam-ı alem anlamında uluslararası sistemin yeniden inşası anlamına gelmektedir.
Devam Edecek......