İslâm aleminin içinde bulunduğu perişanlığın ve Batı karşısındaki acizliğinin sebeplerini iyi anlamak ve analiz etmek gerekiyor. Zira mevcut durum, sadece günümüze ait iç ve dış sebeplerin bir sonucu değil, aynı zamanda geçmişten tevarüs edilen düşünce tarzının da bir sonucudur. Bu nedenle mevcut durumun oluşmasına etki eden iç ve dış sebeplerin bilinmesi kadar, hatta ondan daha önce, geçmişten tevarüs edilen düşünce tarzının da bilinmesi önem arz etmektedir. Zira tevarüs edilen bu düşünce tarzı, ilimler arasında değerli-değersiz; önemli-önemsiz ayırım yapan, dolayısıyla toplumun bilimsel ve teknolojik gelişmesine olumsuz etkileri olan bir zihniyeti ifade eder.
Bilindiği gibi zihniyet, “Bir toplum veya toplumdaki bireylerde görüş ve inanış etmenlerinin etkisiyle beliren düşünme yolu, düşünüş biçimi, anlayış” [1] demektir. Bir başka ifade ile “yerleşik düşünce kalıpları, gelenekler, değer yargıları, alışkanlıklar ve kültürel değerler gibi birçok değişkenin etkileşimiyle oluşan düşünme tarzına” zihniyet adı verilmektedir. Bu tanımdan da anlaşılıyor ki zihniyet, bir “ bilgi türü” değil, bir “bilme tazı” dır. Bu bilme ve düşünce tarzının, geçmişteki dönemin kültür yapısı veya müesseseleriyle aynı kılınmasına R. Garaudy, “entegrizm” diyor. Dolayısıyla entegrizm, siyasi veya dinî bir anlayışı tarihin bir önceki döneminde sahip olduğu kültür yapısı veya kurumlarıyla özdeşleştirmeyi ifade ediyor. [2]
Bunun farkında ve bilincinde olan Muhammed İkbal, “İslam dünyası aklını kaybetti, Batı dünyası da vicdanını” der. Aklı kaybetmek, aslında bilgiyi kaybetmek demektir. Zira akıl, bilgiye ihtiyaç duyar ve bilgi sayesinde işlevsel olur, aksi halde atıl kalır. Bu nedenle insanın, ihtiyaç duyulan her çeşit bilgiyi elde etmesi ve elde ettiği bu bilgileri de doğru yerde ve doğru biçimde kullanması ve bunun için de vicdanını yitirmemesi, diğer bir ifade ile “insan olması” ve insan kalabilmesi icap etmektedir. Nitekim bugün İslâm alemi, aklını kullanarak kendi güvenliğini sağlayacak yeterli bilgi ve teknoloji birikimine ve donanımına sahip olamamanın ıstırabını, çaresizliğini yaşarken; Batı, vicdanını kaybetmenin zalimliği ile hem insanları, hem de insanlığı yok etmektedir. Zira Batı, elde ettiği bilgi ve teknoloji üstünlüğü sayesinde dünyaya meydan okumakta ve belli toplumları sömürerek varlığını devam ettirmek istemektedir. Aklını yitirse de vicdanı yitirmeyen ve onun sesini dinleyen Müslümanlar ise ne yapacağını bilememenin şaşkınlığı içinde bocalayıp durmaktadır.
Batı, geçmişten günümüze bilim sayesinde bilgi ve teknoloji üretip sanayisini geliştirirken, İslâm alemi bu konuda ne yapıyordu ve ne ile meşguldü? Bu soruya 17. Yüzyıl Osmanlı bilim ve düşünce hayatından sunacağım şu kesitler, tevarüs edilen zihniyet hakkında bize bir fikir verecektir, sanırım.
Merhum Halil İnalcık, “Türklük Müslümanlık ve Osmanlı Mirası” isimli kitabında bu konu ile ilgili şöyle bir değerlendirmede bulunur:
“Taşköprülüzâde, daha 1540’larda skolastik ilahiyat ve matematiğin medrese uleması arasında eski itibarını yitirdiğinden ve ilim düzeyinin düştüğünden yakınır. Kuramsal ilimler üzerine kitapların rağbet görmediğinden, ulemanın da yalnız basit el kitapları okuduktan sonra kendilerini alim saydıklarından şikayet eder. Onlar, kelam ve Kur’an tefsiri gibi ilimlere değil, yalnızca İslâm hukukunun dünyevî yanlarına ya da şiir, inşa ve fıkra gibi “hoppalıklara” önem veriyorlardı. Gerçekte, bu yararlı sanat ve ilimler, kadılık gibi dünyevî makamlar elde etmek bakımından değer taşıyordu” [3] der. 1577’de ise Galata’da Takiyyüddin Mehmed tarafından kurulan rasathane, 1580’de bir grup yeniçeri tarafından yıkılıyordu.
1609-1659 yılları arasında yaşayan Katip Çelebi de “Mîzânu’l Hak fî İhtiyâri’l Ehakk” isimli eserinde yaşadığı dönemde ulemanın ele alıp tartıştığı konuları şöyle açıklar:
Aklî ilimlerin lüzumu; Hızır’ın hayatı; teganni, raks ve deveran, tasliye ve tarziye; tütün, kahve, afyon şurubu ve diğer keyif verici maddelerin kullanılması; Resullah’ın anne ve babası; Fir’avn’un imanı; Şeyh Muhiddin b. Arabî’nin durumu konusunda vaki olan ihtilaf; Yezid’e lanet okuma; bid’at, kabir ziyaret, Regaib, Berat ve Kadir Gecesi namazları; musafaha, inhinâ, iyiliği emir ve kötülükten men etme; rüşvet; Ebussud Efendi ile Birgili Muhammed Efendi, Sivasî Efendi ile Kadızâde Efendi ve nimeti dile getirme ve tavsiyeler.
Katip Çelebi, akli ilimlerin lüzumu bahsinde örnek olarak hendese (geometri) bilen bir müftü ile bilmeyen bir müftünün fetvasını karşılaştırır, hendese bilen müftünün verdiği fetvanın doğru, bilmeyen müftünün verdiği fetvanın ise yanlış olduğunu söyler. [4]
1655-1716 yılları arasında yaşamış olan Mustafa Naîmâ ise 17.yüzyıl Osmanlı ulemasının düşünce dünyalarını ve aralarında bir türlü halledemedikleri konuları şöyle sıralar:
Eşyanın hakayıkından bahseden aklî ve riyazî ilimlerle meşgul olmaktan menolunmak; Hızır Aleyhisselâmın hayatı ; güzel sesle okumayı câiz görmeme; tarikat ashabının raksı ve devri; tasliye ve tarziya bahisleri (Sallallâhu aleyhi vesellem ve Radiyallahu anh diye dua etmek); tütünün ve kahvenin, diğer sonradan çıkmışlasrın helâl ve haram olması; Resul-ü Ekrem sallallâhu aleyhi vesellem efendimizn ana ve babaları; Firavunun imanla gidip gitmediği; Şeyh Muhuddi-i Ârabî hakkında olan anlaşmazlık; Yezid’e lanet okuma, bid’at, kabir ziyareti bahisleri; cemaatle nâfile, Regaib, Berat ve Kadir namazları kılınmak; büyüklerin elini, ayağını, eteğini öpmek, selam almakta eğilmek; şeriatın emirlerini ve yasaklarını bildirmek ve rüşvet konuları. [5]
1767 yılında Ali Paşa’nın kitaplarına el konulup koleksiyonda bulunan felsefe, astronomi, tarih ile ilgili kitapların kütüphanelere konulması, şeyhülislâm fetvasıyla yasaklanır. Aynı dönemde yaşayan Montesquieu (1689-1755), “İran Mektupları” adlı eserinde yer alan 19. mektupta şunları yazar:
“Usbek’ten dostu Rustan’a
Osmanlı İmparatorluğu’nun zaafını büyük bir hayretle görmüş oldum. Bu hasta gövde, kendini tatlı ve mutedil rejimle ayakta tutmuyor; bil’akis gittikçe varlığını yıpratan ve devamlı surette içini kemiren şiddet tedbirlerine başvuruyor.
“Paşalar ancak para kuvveti sayesinde bu mevkilere tayin ediliyorlar. Bütün servetlerini bu uğurda harcamış ve çırılçıplak hale düşmüş olduklarından, tayin edildikleri vilayetlere, işgal mıntıkasına giren birer fatih edasıyla geliyor ve işin başına geçer geçmez her tarafı soyup sömürmekten başka bir şey düşünmüyorlar. Askerler mütecaviz ve küstah; keyif ve heveslerinden başka emir ve kumanda tanımıyorlar. Her taraf yıkık dökük; köylüler me’yus, toprak ekimi ve ticari hayat tamamıyla felç olmuş halde.
Bu sertlik ve şiddet rejiminde, ne gariptir ki, cezasız kalmak ümidi her tarafta hakim! Toprak mülkiyeti emniyeti yok; bu sebeple de toprağı işleme gayreti de son derece yavaş. Hükümet icra edenlerin keyfi muamelelerine karşı koyabilecek ne bir sıfat ne de bir hak mana taşıyabiliyor! Vahşet halinde sömürülen bu diyarda her türlü zanaat ve ince san’at ihmal edilmiş. O kadar ki, bu milletim mümtaz vasfı olan askerlik sa’natı bile ihmal edilmiş bir halde.
Beri tarafta Avrupalılar, her gün büyük bir gayret ve ihtimamla nurlanıp yükselirken bunlar, eski cehalet devrinden bir türlü çıkmak istemiyorlar; hatta, garbın ilmi ve fenni keşiflerini, ancak kendi aleyhlerine binlerce defa kullanmalarından sonra, benimsemek zahmetine katlanmaya razı olabiliyorlar. Bu insanlarının ne deniz hakkında esaslı bir bilgileri, ne de deniz seyrü seferi üzerinde bir maharetleri kalmış. Ticarete ise hiç akıl erdiremiyorlar. Bütün temennileri, çalışkan ve becerikli Avrupalıların yurtlarına gelip yerleşmeleri ve kendilerine yardımda bulunmalarıdır. Bunlara tanıyacakları imtiyazlar sayesinde kendi keselerini de dolduracaklarını umuyorlar!..
Bu derece geniş bir memleket sathı üzerinden geçtiğim halde, zengin ve müreffeh denebilecek bir şehir olarak yalnız İzmir’i bulabildim. Onu da Avrupalılar bu hale getirebilmişler. İşte böyle aziz Rustan!…Bu imparatorluk için sana halisane ve hakikat ifade edecek bir fikrimi ister misin: Bu gidişle iki asra kalmayacak, bu imparatorluk bazı fatihlerin muzafferiyet meydanı haline inkılap eyleyecek. Heyhat!. İzmir, 02 Kasım 1711” [6]
Sonuç hepimizin malumu. Bu nedenle tarihî bilgilerin yanında, hatıralarda da yer alan bilgilerin ve ayrıntıların önem arz ettiğini ve gelecek nesillere bir ders niteliği taşıdığını unutmamak ve gözden ırak tutmamak gerekiyor. O günlerden bu günlere gelindiğinde İslâm aleminin en azından bir kısmında, bazı konularda ve alanlarda önemli gelişmeler ve ilerlemeler söz konusu olsa da, yeterli olmadığı da bilinen bir vakıadır. Nitekim İslâm alemi ile Batı mukayese edildiğinde, bilim ve teknoloji alanlarında görülen farklılık, bunun bir göstergesidir. Dolayısıyla geçmişten günümüze tevarüs edilen bu zihniyetin, sünnetullah’ın/ evrenin düzenini sağlayan yasaların da bir Tanrı buyruğu olduğunu göz ardı edip dikkate almadığı, dolayısıyla pozitif bilim dallarıyla ilgilenmediği ve bu alanlarda araştırma yapma ve üretimde bulunma yerine geleneğe sığınarak onda yaşamayı tercih ettiği görülmektedir. Şayet bu zihniyet, geçmişi entegrist bir tavırla yaşama ve yaşatma yerine, ilimler arsında bir ayırım yapmayan Kur’an’ı ve sünnetullah’ı anlamak için çaba gösterse idi, efsane üretme yerine bilimsel faaliyetlere yönelecek ve yeni projeler üretebilecekti. Çünkü tarihe gidenler ve orada yaşayanlar, efsane üretmekte; geleceğe yönelenler ise proje üretmektedirler. Bu nedenle ilk dönem İslâm medeniyetinde olduğu gibi,-ondan da ilham alarak- günümüzde de insanlığa hitap edecek yeni bir İslâm medeniyeti projesine şiddetle ihtiyaç bulunmaktadır. Zira sürekli geriye bakanlar, ileriyi göremeyenlerdir; geride kalanları/maziyi öğrenip değerlendirmeyenler ya da değerlendiremeyenler ise ne aradığını bilemeyenlerdir.
[1] TDK Türkçe Lügat, Ankara 2005, s.2237
[2] Roger Garaudy, Entegrizm, Ter. Kâmil Bilgin Çileçöp, İstanbul, 1992, 9.
[3] Halil İnalcık, Türklük Müslümanlık ve Osmanlı Mirası, İstanbul 2014, s.149.
[4] Katip çelebi, Mîzânu’l Hak fî İhtiyâri’l Ehakk, Sad. Süleyman Uludağ-Mustafa Kara, İstanbul 2001.
[5] Zeki Aslantürk, Nâimâ’ya Göre Osmanlı Devleti’nin Çöküş Sebepleri, Ankara 1989, Kültür Bakanlığı yayınları, s.108-109.
[6] Montesquieu, İran Mektupları, Ter. Muhiddin Göklü, İstanbul 1963, s. 90-92.