Her çağın kendine özgü sorunları olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Geçmişte bilim insanları, düşünürler ve bilgi elde etmek isteyenler, kitap bulmak ve okumak zorundaydılar. Günümüzde ise insanlar, her ne kadar kitap okumaya devam etseler de seyahat etmeden ve fazla çaba göstermeden bilgisayar ve yapay zeka vasıtasıyla istedikleri bilgiye ulaşma imkânına sahipler. Dolayısıyla bilgiye ulaşma konusundaki sorunlar, önemli ölçüde ortadan kalkmış olsa da internetten ve sosyal medyadan elde edilen bilgilerden hangilerinin doğru, hangilerinin yanlış ve yalan olduğu konusundaki sorunların devam ettiği, hatta daha da karmaşık ve içinden çıkılmaz bir hâl aldığı görülmektedir. Amaca ulaşmak için her şeyin mübah sayıldığı ve Makyavelist anlayışın bir yöntem olarak kullanıldığı bu yeni dünyada, doğru bilgi ile yanlış bilgilerin ayırımı ise ciddî bir sorun oluşturmaktadır. Bu nedenle insanlar, çoğu kere hangi bilgilerin doğru, hangi bilgilerin yanlış olduğunu anlayamamakta, ister istemez yanlış bilgileri doğru zannedebilmektedir. Zira doğru bilgi, bilimde ayrı, felsefede ayrı ve dinde ayrıdır ve farklı kriterlere sahiptir. Bir diğer ifade ile bilimdeki doğruluk kriteri ile dindeki doğruluk kriteri aynı değildir.
Mesela bilimde doğru bilgi, “Güvenilir ve geçerli araştırma yöntemleriyle elde edilen bilgidir, fakat bu bilgi mutlak doğru anlamına da gelmemektedir.” Felsefeye göre doğru bilginin kriterleri ise uygunluk, tutarlılık, tümel yaklaşım, apaçıklık ve yarardır.
Uygunluk, öne sürülen ifade, bildirdiği şeyin nesnesiyle örtüşüyorsa doğrudur. Söz ile gerçeklikte var olan durumun birbirine uyumlu olmasıdır.
Tutarlılık, öne sürülen ifade, doğru olarak kabul edilen başka bilgilerle çelişmiyorsa veya bir akıl yürütmeye dayanma sonucunda oluşmuş ve mantıksal açıdan geçerliyse doğrudur.
Tümel uzlaşım, öne sürülen ifade, çoğunluk tarafından doğru kabul ediliyorsa doğrudur.
Apaçıklık, öne sürülen ifade, açık ve seçik olması durumunda doğrudur.
Yarar, bu ölçüte göre bilgi, pratik hayatta fayda verme koşuluyla doğrudur. [1]
Dinde ise esas olan inançtır, dolayısıyla insan neye inanıyorsa onun için doğru olan bilgi odur. İslâm’da ise doğru bilgi, Allah’ın vahiy yolu ve peygamberleri aracılığı ile insanlara ulaştırdığı bilgilerdir ve bu bilgilerin insanlar tarafından tahrif edilmemiş olanıdır. Bu nedenle her Müslüman, bu şartlara uygun olan tek dinî kaynağın Kur’ân olduğuna inanır. Nitekim Kur’an’ın bir ismi de “Furkân”dır ve bu isimlendirme de “Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna Furkân’ı indiren Allah’ın şanı ne yücedir” [2] ayetinde yer almaktadır. Bu tanımlama, Kur’an’ın dinî konularda bir ölçüt olduğunu göstermektedir. Bilindiği gibi ölçüt, “Bir yargıya varabilmek ya da bir değer biçebilmek için başvurulan ilke, ölçü, bilgide doğruyu yanlıştan ayırt etme aracı” demektir
Furkân ise “iki şeyin arasını ayırmak” anlamına gelmekte ve “hakla bâtılı, imanla küfrü, helâl ile haramı… ayırıp belirlemeyi ve zıt değerlere sahip olan şeylerin birbirinden ayrılmasını sağlayan ölçüyü ifade etmektedir. [3] Bu misyonu gereği Kur’an, Tevrat, İncil ve Cahiliye inancaları ve yaşam tarzlarındaki doğruları tasdik; yanlışları ise ret veya tashih etmiştir. Diğer bir ifade ile onun temel misyonu, ipka, iptal ve ikmal olmuştur.
Mesela Yahudîlerin Kızıldeniz’i geçtikten kısa bir müddet sonra buzağıya taptıklarını gören Hz. Musâ’nın çok öfkelendiğini, elindeki levhaları yere atarak Hz. Harun’a kızdığını anlatan Tevrat’ta, “İsrailin Allah’ı Rab şöyle diyor: Herkes kılıcını beline kuşansın ve herkes kendi kardeşini ve herkes kendi komşusunu öldürsün. Levi oğulları Musanın söylediği gibi yaptılar ve o gün kavmdan üç bin kadar düştü” [4] bilgisi yer almaktadır.
Kur’an’da ise bu bilgi, doğrulanmamakta ve “Kendilerine o kadar mucize geldikten sonra bile tuttular buzağıya taptılar. Biz yine de onları affettik” [5] denilmekte, bir diğer ayette ise Hz. Musa’nın buzağıyı yapan Samirî’yi öldürmediği açıklanmaktadır. İlgili ayette şöyle denilmektedir:
“Musa “Def ol!” dedi. “Artık hayatın boyunca ‘Bana dokunmayın’ deyip duracaksın. Ayrıca sana vaad edilen bir azap var ki, ondan asla kurtulamayacaksın. Şimdi tapmakta olduğun tanrına bak: Onu yakacağız, sonra da ufalayıp denize savuracağız.” [6] Bu iki ayete rağmen bazı meallerde ve tefsirlerde, “Rabbinize tövbe edin ve nefislerinizi öldürün” [7] ayetinin, birbirinizi öldürün şeklinde tercüme ve tefsir edildiği, hata birbirinden farklı hayali rakamlar verildiği görülmektedir. Oysa Allah Teâlâ, bu ayetinde onlara tövbe edin ve iliklerinize kadar işlemiş olan buzağıya tapma duygunuzu ve sevginizi [8] yok edin, öldürün demektedir.
Tarihin belli bir döneminden itibaren Hristiyanların “teslis” inancını benimsedikleri ve Hz. İsa’yı da tanrılaştırdıkları biliniyor. Bugün de bu inancın devam ettiği görülüyor. Kur’an ise bu inancın, Hz. İsa tarafından konulmadığını, onun böyle inanca sahip olmadığını ve öldüğünü ifade etmektedir:
“Allah (peygamberleri Kendi huzurunda topladığı gün), “Ey Meryemoğlu İsa! İnsanlara, ‘Allah’ı bırakıp beni ve annemi ilâh edinin’ diye sen mi söyledin?” diye soracak, İsa da şu cevabı verecektir: “Rabbim! Hâşâ! Seni tenzih ederim, Sen yücelerden yücesin. Ben hakkım olmayan bir şeyi nasıl söyleyebilirim? Şâyet böyle bir şey söylemiş olsaydım Sen bilirdin. Sen benim içimi dışımı bilirsin. Fakat ben Senin ilmine tam olarak vakıf olamam. Gaybları; benim bilgim dışında kalan şeyleri muhakkak en iyi bilen Sensin.”
“Ben onlara, sadece Senin bana emrettiğin gibi, ‘benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah’ı gerektiği gibi tanıyın ve yalnız Ona kulluk edin’ dedim. Ben aralarında olduğum sürece onların durumlarını görüyor ve biliyordum. Fakat ey Rabbim! Sen benim canımı aldıktan sonra artık onları gören, gözetleyen Sendin. Ve Sen olup biten her şeyi görür ve bilirsin.” [9]
Mekkeli müşriklerin Hz. Peygamber için “kâhin”, “mecnun”, “sihirbaz” ve “şâir” dediklerini anlatan Kur’an, onların bu iddialarını ret etmekte ve “Sen Rabbinin ihsanı sayesinde kâfirlerin iddia ettikleri gibi kâhin de değilsin, mecnun da değilsin.” [10]; “O şair sözü değildir, ne az inanıyorsunuz! Kâhin sözü de değildir, ne az düşünüyorsunuz!” [11] diyerek onların bu iddialarını yalanlamaktadır.
Bu bilgilerden de anlaşılacağı üzere ölçüt bilinmeden ölçülen şeylerin bilinmesi veya doğru olan bilgi ile yanlış olan bilginin anlaşılması ve birbirinden ayrıştırılması da mümkün gözükmemektedir. Bu nedenle dinî konularda üretilen veya nakledilen her bilginin, Kur’an’a arz edilerek muhtevasına uygun olup olmadığına bakılması ve test edilmesi gerekmektedir. Mesela Hızır adı verilen şahıs ile Hz. İsa’nın ölmediğine ve yaşadığına dair ileri sürülen görüşler, Kur’an’a arz edildiğinde bu görüşlerin, Kur’an’da bir karşılığının bulunmadığı, aksine öldüklerine işaret eden ayetlerin mevcut olduğu görülmektedir.“(Ey Peygamber!) Biz senden önce hiçbir beşere ölümsüzlük [huld] vermedik. Şimdi sen ölürsen onlar ebedi mi kalacaklar?” [12] ayeti, bunu ifade etmekte ve Hz. Peygamber’den önce hiçbir kimseye ölümsüzlük verilmediğini açıklamaktadır.
“Tasavvuf kaynaklarında Allah’ın velîleri arasında “ricâlullah, ricâlü’l-gayb” gibi kavramlarla ifade edilen, kendilerine Cebrâil, Mîkâil, İsrâfil ve müdebbirât gibi isimlerle anılan meleklerin görevlerine benzer görevler verildiği; âlemdeki mânevî ve ruhanî düzenin korunması, hayırların temini, kötülüklerin giderilmesi için çalışan kimselerin bulunduğu; unvanları, yetkileri, sayıları ilgili çeşitli bilgilerin yer aldığı ve bir hiyerarşiye göre de “kutub, kutbü’l-aktâb, gavs, gavs-ı a‘zam” gibi isimlerle anıldığı görülmektedir.” [13] Bu görüş ve düşünceler, her ne kadar tasavvuf kaynaklarında yer alsa da Kur’an’da bir karşılığının bulunmadığı görülmekte, dolayısıyla da dinî bir mahiyet arz etmemektedir.
“Kendisine kitap verilen kişiye resul, kitap verilen resulün şeriatını uygulayan kişiye de nebi denilir” tanımı da Kur’an’la örtüşmemektedir. Zira Hz. İsmail’e kitap verilmediği halde Kur’an’da ona hem resul, hem nebi; [14] Hz. Muhammed’e ise kitap verildiği halde hem nebi hem de resul denilmektedir.[15]
Dinî literatürümüzde yaygın biçimde aşk sözcüğü kullanıldığı, hâsseten “Allah aşkı”ndan söz edildiği halde, Kur’an’da aşk sözcüğü bulunmamakta, buna mukabil Allah sevgisini ifade eden sözcükler yer almaktadır. Bu nedenle Allah sevgisinin dinî bir ifade olduğu, ama Allah aşkı ifadesinin dinî olmadığı anlaşılmaktadır. Verilen bu örnekler, yaygın olarak bilinen ve kullanılan misallerden sadece bir kaçıdır ve Kur’an’ın ölçüt oluşunu göstermek amacına yöneliktir.
Şunu unutmamak gerekir: Bir Müslüman için Kur’an, mutlak doğruyu ifade eder. Zira o, bir iman objesidir ve aynı zamanda bir bilgi objesidir de. Bu da onun anlaşılmasını ve yorumunu gerektirmektedir. İslâm’da dinî bilgilerin ve yorumların doğruluk ölçütü/kriteri ise Kur’an’dır ve onun genel muhtevasıdır. Bu nedenle Kur’an’ın muhtevasına uygun olmayan her yorum ve her düşünce dinî açıdan doğru bilgiyi ifade etmemektedir. Zira dinî konularda Kur’an’la çatışmayan her bilgi, doğru bilgiyi; Kur’an’la çatışan veya onun muhtevasına uygun olmayan her bilgi ise yanlış bilgiyi ifade eder. Bu nedenle her Müslümanın, işiterek veya okuyarak elde ettiği bilgilerin, Kur’an’la çatışıp çatışmadığına bakması, çatışan bilgileri terk edip çatışmayan bilgileri tercih etmesi icap etmektedir. Bunun için de Müslümanın sahabîlerin yaptığı gibi Kur’an’ı ve onun tebyini mahiyetinde olan sünneti ölçüt alması; Kur’anî muhtevayı öğrenmesi, dolayısıyla bir Kur’an kültürüne sahip olması ve onun getirdiği ilke ve kuralları hayatına yansıtması gerekmektedir.
[2] Furkan,25/1; Bakara 2/185.
[3] Râgıb İsfahânî, el-Müfredât, Dımaşk 1992, s.633; Seyyid Şerîf el-Cürcânî, et-Ta’rîfât, furkân maddesi.
[4] Tevrat, Çıkış 32 /28-29.
[13] Reşat Öngören, Tasavvuf, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul 2011, 40/ 122.